Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2004) > Okuyorum > Filibeli Ahmed Hilmi ile yolculuğa çıkmak
Okuyorum
Filibeli Ahmed Hilmi ile yolculuğa çıkmak
İbrahim Kalın
Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin A’mak-ı Hayal adlı felsefî romanı, 19’uncu yüzyıl düşünce serüvenimizin anahtar metinlerinden biridir. Romanın kahramanı Raci’nin başından geçen olayları bazen bir hüzün makamında, bazen de bir neşve deminde anlatan Filibeli, okuyucusunu Raci’yle beraber ‘muhayyel’ bir yolculuğa çıkmaya davet eder.
 
SEYR u sülûku boyunca Raci, bulunduğu şehrin dışına fiziken hiç çıkmaz. Fakat “a’mak-ı hayal”de, yani hayalin derinliklerinde yaşadığı serüven, onu farklı bir varlık tasavvuruna ulaştırır. Bu öyle bir tasavvurdur ki, yolculuğun sonunda akıl sahibi olmak ile delilik arasında bir tercih yapmak neredeyse imkansız hale gelir. Filibeli bütün rasyonalite kategorilerini altüst ederek modern dünyaya bir cinnet hali; modern dünyanın ruh hastası dediği kişilere ise gerçek bilgi sahibi insanlar olarak bakar.
Filibeli Ahmed Hilmi (1865-1913), tıpkı Namık Kemal gibi kısa bir ömre çok iş sığdırmış velûd bir düşünür. Kırka yakın eser veren, gazete çıkartan, döneminin bütün önemli meseleleri hakkında derinlikli bir tefekkür faaliyeti içinde olan; kısaca düşünce ızdırabının ne demek olduğunu ayne’l-yakîn tatmış bir hakikat aşığı. Son dönem Osmanlı aydınlarının pek çoğu gibi Filibeli de yaşadığı dönemin insanlık tarihinde bir dönüm noktası olduğunun farkındaydı. Sorunu, bütün ağırlığına rağmen cephede savaş kaybetmenin yahut siyasî rejim değiştirmenin ötesinde gören Filibeli, “yeni cesur dünya” karşısında var olabilmek için metafizikten siyasete, estetikten bilime uzanan bir tefekkür ve medeniyet mücadelesinin zorunlu olduğuna yürekten inanmıştı. Bu yüzden onun eserleri tarihten bilim felsefesine, mukayeseli dinler tarihinden siyasete kadar hemen her önemli konuya temas eder. Bu, entelektüel bir açgözlülükten ve sığ bir genellemecilikten çok, eşyaya bir bütün olarak bakmak isteyen ve bunu büyük ölçüde başaran endişe sahibi bir aydının düşünce davasıdır.
Filibeli’nin felsefî-manevî romanı da böyle bir kaygının ürünüdür. Raci, bütün dünya nimetlerinden alabildiğine istifade etmiş, son derece zeki, arkadaşları arasında sayılan ve sevilen ‘modern’ bir kişidir. Dünyadan kâm almak, onun birinci hedefidir ve bunu hiçbir özür dileyici tavrın içine girmeden, hem de nezih bir şekilde yapar. Arkadaşlarıyla âlem yapmak için gittikleri yerler, insana huzur veren mekanlardır. Açık ve temiz hava, güneş, kuşlar, ağaçlar, su, toprak … hepsi Raci’nin ve arkadaşlarının “zevkçilik” felsefesine adeta selam durur. Epiküryenizm ve onun vulgar versiyonu olan Hedonizm, Raci’nin dünyasına taht kurmuştur.
Bu gailesiz ve pür-safa âlemlerin birinde Raci, iki kişinin konuşmasına kulak misafiri olur. Raci’nin ve arkadaşlarının “iki serseri, iki dilenci, iki sarhoş, iki derviş” diye istihza ettiği bu iki kişiden biri, pejmurde kıyafetleri içinde bir şeyler konuşmaktadır. Raci, konuşulanları duydukça hayrete ve meraka kapılır. Fakat elli yaşlarındaki adamın ve onu dinleyen gencin muhakkak deli olduklarına da hükmeder. Yaşlıca olan adamın ağzından şu sözler çıkar: “Bu âlemde olan her şey benim sıfatımdır. Ben olmasaydım, hiçbir şey olmazdı. Ben “hep”im ya da “hiç”im. Ben “hiç”im ya da “hep”im. Zaten “hiç” ve “hep” aynıdır; tek şeydir. Fakat cahil insanlar aynı şeyi iki farklı isimle anıyorlar.”
Raci’nin, bir gün onu Manisa tımarhanesine kadar götürecek serüveni işte bu birkaç cümleyle başlar. Bir tarafta bu lafların anlamsızlığını kendine ve konuştuğu mecnun adama anlatmaya çalışmakta; öte tarafta tarif edemediği bir cezbenin içine girmektedir. Bu birkaç cümlelik mükaleme, Raci’nin zihin ve zevk dünyasını altüst eder. Dünyadan kâm almak adına bastırdığı en derin metafizik sorular, zihninde cirit atmaya başlar. Raci bu sorularla “sarhoş” bir haldeyken, bir mezarlığın içinde Aynalı Baba’ya rastlar. Aynalı Baba, kılık-kıyafet itibariyle perişan bir haldedir. Bu zata, elbisesinin ve yeşil takkesinin üzerindeki onlarca ayna parçasından dolayı, Aynalı Baba denilirmiş. Fakat bu virane zarfın içinde farklı bir mazruf vardır. Aynalı Baba, o kıyafetlerin içinde, Raci’nin hayatında hiç tanımadığı bir asalet ve vakara sahiptir ve o artık bu esrarengiz kişinin cezbe alanına girmiştir.
Filibeli, A’mak-ı Hayal’in geri kalan kısmında, Raci’nin çıktığı “hayali” yolculukları uzun uzun anlatır. Bu yolcuklarda neler yok ki! Budizm, Zerdüştlük, Tevhid âlemi… Raci bu metafizik yolculuklara, Aynalı Baba’nın üflediği ney ve okuduğu gazeller eşliğinde çıkar. Her bir hayal, onu bir başka varlık alanına götürür. Varlık, yokluk, iyilik, kötülük, dehşet, hayret, izzet, sefalet, cehalet, hikmet, öfke, merhamet … Raci ve tabi bizim için her biri, varoluş âleminin bir başka kapısını aralar. O artık her an bir başka haldedir. Hayret ve şükür makamları, yol arkadaşları olmuştur. Zahiren hiçbir şey yapmamakta, yarı mecnun bir pir-i faniyle beraber kahve içmekte, ney dinlemekte, hayallere dalmakta, sonra uyanmaktadır. Fakat hayalin derinliklerine yapılan her bir yolculuk, Raci için eşyanın anlamı konusunda birer metafizik festivaldir; tıpkı Eflatun’un felsefî sempozyumları gibi.
Filibeli’nin muazzam bir hayal gücü ile anlattığı bu “hayal yolculukları”, varlık âlemini bir harman gibi altüst eder. Yaratılmış olanın izafîliği, bambaşka bir anlam ve derinlik kazanır. Artık neyin hayal, neyin gerçek olduğu belli değildir. Beş duyumuz ile katı bir fizik sisteme indirgediğimiz alem, akışkan hale gelmiş; a priori bir yakîn ile kabul ettiğimiz kategoriler, varlık tablosuna atılmış birer fırça darbesine dönüşmüştür. Tam da bu noktada Filibeli, anlattığı bu efsanevî hikayelerin, birer hikayeden ibaret olup olmadığını düşünmemizi salık verir. “Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikayen!” türü bir deja vu vardır Filibeli’nin ses tonunda. Onun anlattığı hikayelerin gerçek; bir iltica yeri gibi sığındığımız kendi hikayelerimizin ise bir hayalden ibaret olduğu korkusu Filibeli’nin nihai gayesidir. Raci “Acaba?” diye sormaz; çünkü o, hakke’l-yakîndedir. Filibeli, bu ürpertici soruyu bizim sormamızı ister.
Biraz da Filibeli’nin A’mak-ı Hayal’de ne yapmaya çalıştığı üzerinde duralım. O, varlığı, katı fizik kurallarına bağlı, kapalı ve opak bir sistem olarak kurgulamak yerine, gerçek ile tahayyül arasındaki keyfî çizgiye vurgu yapar. Kuantum fiziğinin baş döndürücü dünyasını andırır bir şekilde, yeni bir varlık tasavvuru inşa eder. Filibeli’ye göre fizik âlem, katı illiyet kurallarının ötesinde bir başka illiyet sistemine bağlıdır. Fizik varlıklar kendi başlarına var olabilen özerk nesneler olmaktan çıkmış, birer “cism-i lâtif” haline gelmiştir. Newtonyen bilimin dayandığı mutlak zaman ve mutlak mekan kategorilerinin yerini, farklı bir cismiyet kavramı almıştır. Modern bilim ve felsefenin kusursuz işleyen bir makinaya indirgediği fizik alem, katılığını, geçişkensizliğini, mutlaklığını ve hatta matematikselliğini yitirmiştir. Mevlana’nın dediği gibi âlem her gün yıkılıp, her gün yeniden kurulmaktadır. Bu yüzden “cancağızım, artık yeni şeyler söylemek lazım”dır.
Postmodern bilimi gölgede bırakacak cüretteki bu evren anlayışı, bir hayal ürününden ibaretse, Filibeli’nin felsefî projesi daha baştan iflas etmiş demektir. Önümüzdeki metin sıradan bir edebî kurgu olsaydı, belki bu sorunun çok önemi olmazdı. Fakat durum öyle değil. Farkında olalım ya da olmayalım, Kant’ın felsefî torunları olan bizler için bilim ile hayali yanyana koymak ne mümkün? Bilimin açık-seçik delilleri karşısına hayal ile çıkmak, Raci’nin tabiriyle “delilik”ten başka ne olabilir?
Bu sorulara makûl bir cevap verebilmek için, Filibeli’nin hayal ile ne kastettiğini doğru anlamak gerekiyor. İmdi burada tahayyül ile kastedilen, uydurma fantastik düşünceler değil. Tahayyül, klasik felsefede salt cisim ile salt ruh arasındaki berzaha, yani ara bir bilgi kategorisine atıfta bulunur. Muhayyile, modern düşünce tarafından sekülerleştirildiği için, bu kelimeyi bugün zihin içinde başlayan ve yine zihnin içinde biten bir süreç olarak tanımlıyoruz. Oysa muhayyile, bireysel aklın ötesindeki varlık alanlarını anlamak için vazgeçilmez bir melekedir. Fakat asıl önemlisi, fizik bilimlerin hakkında bir şey söyleyemediği (ve söylememesi gereken) “anlam alanı”, ancak bir “âlem-i misal” çerçevesinde hayatiyet kazanır. Modern bilim ve felsefenin sübjektif bir zihin cimnastiğine indirgediği muhayyile ve misal âlemi, aslında insan oluşun temelinde yatan anlam kategorilerini keşif, inşa ve temellük ettiğimiz yerdir. Burada sadece muhayyile değil; akıl, his, nefs ve ruh da vardır. Bilgi, modern düşüncenin non-epistemik diye reddettiği bu kavramların bütünlüğü neticesinde ortaya çıkar. Aksi halde eşya hakkında sahip olduğumuz bilimsel ve bilimsel olmayan bilgi, bilgi değil bir rapordan ibaret hale gelir. Bu noktada Filibeli’nin bahsettiği “hayal”, bir hayalden ibaret değildir. O, taşa neden taş, ağaca neden ağaç, insana neden insan dediğimizin epistemik meşruiyetini sağlayan çerçevedir. O olmadan, “kar’a kara demek” işten bile olmazdı. Bu yüzden Filibeli, anlattığı muhayyel hikayelerin bir hayalden ibaret olmadığında ısrar eder.
Fakat burada bir hususa dikkat çekelim: Filibeli bize dört başı mamur bir tabiat felsefesi sunmaz. Onun asıl kaygısının herhangi bir fizik teorisi olmadığı da ortada. Lakin tıpkı diğer büyük düşünürler gibi o da bir vizyon sunar, bir sezgi kapısı aralar, telmihde bulunur, bir yerlere işaret eder. Bu sezgisel arayış bugün sadece Doğu’da değil, Batı toplumlarında da başat bir kültür akımı haline geldi. Son yıllarda üretilen Matrix, Sixth Sense, Truman Show gibi filmler, eşyanın zahiriyle yetinmememiz gerektiğini bize bir kez daha hatırlattılar. Filibeli’nin A’mak-ı Hayal’i de böyle bir hatırlatmadan ibaret. Üstelik Filibeli, bunu bakın nasıl bir kalp rikkatiyle yapıyor: “Bu kitabı, hakikat aşkıyla yanan, akılla kavranamayacak konuları merak eden insanların zevkle okuyacağı kanatindeyim. Bu millet geçmişte bir sürü Raci yetiştirmiştir; gelecekte de yetiştirmeye devam edecektir (…..) bu millet hassas bir kalbe sahiptir. Bunu birçok defa ispat etmiştir.”

Paylaş Tavsiye Et