DÜNYANIN tarihte eşine ender rastlanır bir hızla değiştiği, sosyal ve siyasal kurumların yeniden yapılan(dırıl)dığı ve felsefî anlamda doğruların ve yanlışların tekrar tanımlandığı bir zamanda, Türkiye’de merkezî seçkinlerin egemenliği anlamına gelen statüko, tutuculuğundan taviz vermiyor. Devletteki yozlaşmanın ve bürokrasideki kokuşmuşluğun giderilmesine yönelik herhangi bir adım, merkezî çevrelerce “rejim” meselesi haline dönüştürülüyor ve tabii ki statükonun muhafazası uğruna engelleniyor. Bu kısır döngünün en son örneğini de, Belediye Kanunu ve İl Özel İdaresi Kanunu tasarılarının ardından tekrar görüşülmek üzere Cumhurbaşkanı tarafından Meclis’e geri gönderilen Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun tasarısı teşkil ediyor. Bir bütün olarak okunduğunda geri gönderme gerekçelerinin özellikle “devletin temel niteliklerini” koruma refleksi ile kaleme alındığı ve bilhassa iki alana yoğunlaştığı görülüyor. Bunlardan birincisi “bölünmez bütünlük”, diğeri ise “laiklik”. Yani iade gerekçelerine hâkim olan zihniyet, Türkiye Cumhuriyeti’ni “bölücülüğe” ve “gericiliğe” karşı muhafaza etme güdüsü ekseninde şekilleniyor. Artık bir paranoya halini alan bu yaklaşım sadece olumlu gelişmelerin önünü tıkamakla kalmıyor, aynı zamanda laiklik ve bütünlük kavramlarının da içinin boşalmasına neden oluyor. Tıpkı 19’uncu yüzyıl Türkiyesi’nde bazı tutucuların “din ve şeriat” gerekçesiyle her türlü değişime ve gelişmeye direnmelerinin “efkâr-ı umumî” nezdinde bu kavramların kıymetini düşürdüğü gibi. Bahaneler farklı olsa da niyetler aynı: Statükonun muhafazası.
Merkezî Yönetim Venüs’ten, Yerel Yönetimler Mars’tan
Cumhurbaşkanı tarafından Meclis’e geri gönderilen Kamu Yönetimi Kanunu Tasarısı’nın iade gerekçesinde uzun uzun Türkiye devletinin, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olduğu esasından bahsediliyor. Zira Cumhurbaşkanı’na göre tasarı, bölünmez bütünlüğün tek garantisi olarak görülen “tekil” devlet anlayışı ile bağdaşmıyor. Bilindiği gibi söz konusu kanun tasarısı, idarenin merkezîleşmesinden kaynaklanan hantallığı, verimsizliği ve sorumsuzluğu ortadan kaldıracak biçimde kamu hizmetlerinin bir kısmının yerel yönetimlerin yetki ve denetimine bırakılmasını amaçlıyor. Ne var ki Türkiye’de kamu idaresindeki tıkanıklığı giderecek böyle bir düzenleme Cumhurbaşkanı tarafından “merkezî yönetimin zayıflatılması” ve “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”, dolayısıyla da Anayasa’da öngörülmeyen bir devlet modeline geçiş, kısaca “devletin bölünmesi” olarak algılanmış gözüküyor. Yerel yönetimler ile merkezî yönetim arasında aslî bir gerilim olduğu varsayımına dayandığı anlaşılan böyle bir yaklaşım, daha derindeki bazı endişelerin dışavurumu olmalı. Türkiye devleti kağıt üzerinde her ne kadar eşitlik esasına dayalı demokratik bir cumhuriyet olarak tanımlansa da, Türkiye’de bu tanımla bağdaşmayan oligarşik bir yapı olduğu ve merkezî seçkinlerin toplumun kalan kısmına göre daha eşit olduğu gerçeği inkar edilemez. İdarenin merkezî tahakkümünün devamı, merkezî seçkinlerin “eşitliklerini” pekiştirmekten başka bir şeye yaramıyor. Diğer bir deyişle, bazı yetki ve sorumlulukların yerel yönetimlere devredilmesi, ne kadar eşitlikçi ve demokratik olursa olsun, işbu oligarşik yapının işine gelmiyor. Hal böyle olunca da merkeziyetçi yapıyı zayıflatacak herhangi bir düzenleme, ne kadar demokratik ve de Türkiye’nin geleceği için lüzumlu olursa olsun, bu kesim tarafından engellenmeye çalışılıyor. Yerel yönetimlerde görev alacak insanlar da bu ülkenin evladı olduğuna, ülkelerini herkes kadar sevdiklerine ve de mevcut kanun ve kurallar çerçevesinde çalışacaklarına göre, böyle bir düzenlemeye karşı çıkmanın başka bir izahı var mı?
Yoksa İşin İçinde BOP mu Var?
Merkezin bu dönemde böyle savunmacı bir refleksle hareket etmesinin bir nedeni de son günlerde gündemden düşmeyen Büyük Ortadoğu Projesi olabilir mi? Anlayış dergisinin geçen sayısında BOP’un özelde Türkiye’de ve genelde İslam Dünyası’nda büyük bir paradoksa yol açtığını ileri sürmüştük. Kimliklerini Batı eksenli tanımlayan merkezî seçkinlerin Batı’nın bu coğrafyaya yönelik politikalarında ihmal edildiğini, buna karşılık geleneksel olarak Batı’ya karşı olmayı prensip edinmiş çevrenin seçkinlerinin yeni dönemde Batı tarafından desteklenme ve Batı ile birlikte hareket etme durumunda kaldıklarını ifade etmiştik. Zira Batıcı merkezî seçkinler, vaktinde öngörüldüğü gibi bu coğrafyayı modernite ekseninde dönüştürmeyi başaramamışlar, modernite öncesine ait kurumları ortadan kaldıramamışlardı. Hatta bu kurumlar daha da güçlenerek varlıklarını sürdürmeye devam ettiler. Bunu fark eden Batı’nın, özellikle de ABD’nin, bu coğrafyada yatan maddî menfaatlerinin muhafazası için ideolojiden taviz vermeye istekli olduğu anlaşılıyor. Bu çerçevede de, ideolojik olarak kendilerine yakın olmasa dahi, “ılımlı İslamcılar”la işbirliği içinde oldukları görülüyor. Cumhurbaşkanı’nın iade gerekçelerine yansıyan savunmacı üslubun nedeni, bugüne değin halk nezdinde zaten bir destek bulamamış merkezî seçkinlerin Batı’nın desteğinden de mahrum kaldıklarını hissetmelerinin yarattığı psikososyal gerilim olabilir.
“Laiklik”le İnsan Hak ve Hürriyetleri Çatışırsa!
Cumhurbaşkanı’nın tasarıyı iade gerekçelerinden en garibi ise “türban yasağı” ile ilgili olanı. Bu çerçevede tasarıda yer alan ve Cumhurbaşkanı’nı rahatsız eden cümlelerden biri şöyle: “Kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde ve bu hizmetlerden yararlandırmada ayrımcılık; bu hizmetlerle ilgili olarak insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı düzenleme ve uygulama yapılamaz.” Rahatsızlığın kaynağı ise bu ifadeden Cumhurbaşkanı’nın “türban yasağının kaldırılmasının amaçlandığını” anlaması.
Merkezî seçkinler açısından tam bir “kaş yaparken göz çıkarma” vakası. Çünkü böyle bir gerekçe ile Cumhurbaşkanı zımnen, türban yasağının bir “ayrımcılık” ya da “insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı bir düzenleme” olduğunu kabul etmiş oluyor. Aksi halde sadece ve sadece ayrımcılığı ve insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı düzenleme ve uygulamaları yasaklayan bir madde ile türban yasağının ortadan kaldırılması amaçlanabilir miydi? Böyle bir gaf, Türkiye’de merkezî seçkinler nezdinde başörtüsü ile ilgili oluşan zihnî travmanın boyutunu göstermesi açısından kayda değer.
Cumhurbaşkanı’nın bu bakışı, her ikisi de Anayasa’da koruma altına alındığı halde, insan hak ve hürriyetleri ile laikliğin, en azından jakoben bir yorumunun, çelişebildiğini ve bu durumda da öncekinin aleyhine sonrakinin tercih edildiğini gösteriyor. Bilindiği gibi insan merkezli modern felsefî tasavvur, insan hak ve hürriyetlerinin insan olmaktan kaynaklandığını ileri sürüyor. Bu anlayışa göre bir kişinin hak ve özgürlüklerini kullanımı, diğer bir insanın hak ve özgürlüklerini engellemediği sürece, hiçbir surette kısıtlanamaz. Zira son tahlilde insan olmak bu hakları kazanmaya yetiyor. Yine aynı tasavvura göre laiklik insan olmanın ötesinde “çağdaş insan” olmanın bir şartı. Başka bir ifade ile, genelden özele doğru bir sıralama yapıldığında, mantık “insan” olmanın “çağdaş insan” olmaktan daha önce geldiği fikrini dayatıyor. Ne var ki aynı modern tasavvuru benimsemiş gözüken Cumhurbaşkanı’nın tasarıyı iade gerekçesinde bu mantık kuralını ihlal ettiği anlaşılıyor. Yani Cumhurbaşkanı’na göre “çağdaş insan” olmak, “insan” olmaktan daha önce geliyor. İnsan olmakla kazanılan, dolayısıyla da ihlal edilemez olan başörtüsü takma hakkı “çağdaş insan” olmanın şartı görülen “laiklik” uğruna feda ediliyor. Tabii, bir ihtimal daha mevcut. Türkiye’de cumhurun başkanı “çağdaş” olmayanı insan olarak görmüyor da olabilir. Hem bizler bu tür bakış açılarına da yabancı değiliz. Bu ülkede “laik olmayan insan değildir” sözünü sarf eden Anayasa Mahkemesi başkanlarımız olmadı mı? Kim bilir, belki de sorun Cumhurbaşkanı’nın bakışında değildir de onun ya da diğer merkezî seçkinlerin benimsediği insan merkezli modern felsefî tasavvurdadır.
Başörtüsü yasağı bağlamında dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus da, Cumhurbaşkanı’nın buyurgan bir edayla ve demokrasi ile bağdaşmayan bir biçimde, başörtüsü meselesini gündemden çıkarmasıdır: “Öncelikle belirtmek gerekir ki, ulusal ve ulusalüstü yüksek mahkeme kararlarında açıklanan içerikleriyle gerek Anayasa, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kuralları, Türkiye Cumhuriyeti’nde türban konusunu, geriye dönülemeyecek biçimde gündemden çıkarmıştır.” Bir şeyin, ne olursa olsun, geriye dönülmeyecek biçimde karara bağlanması ve gündemden çık(arıl)ması, o şeyin dogma haline getirilmesi değil midir? Yoksa tüm dogmaları çağdışı bulan zihniyet kendi dogmalarını mı kutsuyor? Tanımı gereği demokrasilerde, demos (halk) istediği sürece her şeyde geriye dönülebilir, her şey yeniden tartışılabilir, her şey değiştirilebilir. Bu anlamda hiçbir şey gündemden çıkmamıştır. Kaldı ki bahsi geçen yargı kararlarının her biri yoruma muhtaçtır. Ama kim bilir, belki Cumhurbaşkanı haklıdır. Belki de rejimimiz demokrasi değildir.
Türban yasağı konusunda Cumhurbaşkanı’nın ulusalüstü yüksek mahkeme kararlarına yaptığı atıf da ayrıca incelenmeye değer. Ne var ki şu soru ile yetinelim: Ya aynı ulusalüstü mahkeme kararları Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî tezlerinin aleyhine Kürt meselesini ya da Ermeni Soykırımı meselesini “geriye dönülmeyecek biçimde” gündemden çıkarırsa! Başörtüsü konusunda olduğu gibi o zaman da Cumhurbaşkanı “evrensel değer ve normlara” duyduğu saygıyı ve bağlılığı koruyabilecek mi acaba? Koruyamadığı takdirde, sergilediği tutarsızlık bulunduğu makamın ciddiyeti ile bağdaşacak mı?
Sorunun Kaynağı Anayasa mı?
Cumhurbaşkanı’nın tasarıyı iade gerekçelerinin Anayasa’ya dayandığı iddia edilebilir. Ne var ki, tanımı gereği millî iradenin tecessüm ettiği toplumsal mutabakat metinleri olması gereken anayasalarımız, merkezî seçkinlerin ideolojik manifestolarına dönüşmüş ve yukarıdan bakan bir üslupla kullanma kılavuzu gibi halka dayatılmıştır. Bu anlamda anayasalarımız millî iradeden ziyade yakın tarihimizin çelişkilerinin tecessüm ettiği metinlerdir. Bilindiği gibi Türkiye’de yukarıdan aşağı bir modernleşme serüveni izlenmeye çalışılmış. Bu anlamda yukarısı (merkez) ile aşağısı (çevre) arasında zamansal duvarlar örülmüş, telafisi neredeyse imkansız gerilimler oluşturulmuş. Çevre merkeze hep kuşku ile bakmış. Tabii ki merkez de çevreye bir türlü güvenmemiş. Modern siyasî kurumlarımızın şekillenmesinde de bu güvensizlik belirleyici olmuş. Batı’daki muadillerinde siyasî kurumlar halkı devletin gücüne karşı korumaya yönelikken, bizdeki kurumlar devleti halka karşı korumayı amaçlamış. Bu da mantık çerçevesinde açıklanamayan düzenlemelere neden olmuş. Mesela anayasamızın 6. maddesinde “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” denilmiş. Ama hemen ardından egemenlik “Anayasa’nın koyduğu esaslar” ile kayıtlanmış ve şartlanmış. Hasıl-ı kelam, anayasamız “anayasa” olmadığı için, Cumhurbaşkanı’nın tasarıyı iade gerekçelerinin anayasal dayanaklarının olması ya da olmaması pratikte fazla bir şey değiştirmiyor. Türkiye’de merkezî seçkinlerin dümen suyunda oligarşik bir düzen içinde yaşıyoruz. Hadi demokrasiden vazgeçtik, bari oligarşimiz meşrutî olaydı.
Paylaş
Tavsiye Et