Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2004) > Türkiye Siyaset > Vetonun hakkından referandum gelir
Türkiye Siyaset
Vetonun hakkından referandum gelir
M. Mücahit Küçükyılmaz
FUZÛLÎ’NİN meşhur musammat gazelinin beytini bağlamından kopartıp bir an için anakronik bir biçimde dönüştürdüğümüzü varsayalım. Buna göre “canan” devlete, “kamu bîmar” her şeyi devletten bekleyen ve umduğunu bulamasa da cananın kapısından ayrılmayan vatandaşa tekabül etmiş olsun. Kamunun bîmar oluşu, aslında, biraz da onun canan ile arasındaki marazî ilişki biçimini gözden geçirmeye yanaşmamasıyla bağlantılı görülebilir. Bu öylesine patolojik bir durum ki, şairin de işaret ettiği gibi, sorun olarak görülen şey, bîmar/hasta sanılmamak ve bundan dolayı cananın bahşedeceği dermandan mahrum kalmak korkusudur. Halbuki çoğu zaman, ben/merkezci cananın bambaşka öncelikleri ve kaygıları vardır; her halükarda “ilelebet payidar olmak” ya da kendi güvenliğini “kamu bîmar”ın talep ettiği özgürlüklere tercih etmek gibi.
Anadolu’ya gelişten sonra, Selçuklular ile başlayan ve Fatih dönemi Osmanlısı’nda kemale eren kuvvetli-merkezî devlet anlayışı, bir imparatorluk yapısının elverdiği kadarıyla, uzun süre etkili olmuştu. Aralarında Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyetçi görüşünün de bulunduğu pek çok formülün deva olamadığı çöküşün ardından, imparatorluk bakiyesi topraklarda onlarca ulus-devlet zuhur etti. Batı için olağan hale gelmiş bulunan ulus-devletleşme süreci, Anadolu toprakları için geç kalınmış bir tecrübeydi ve bunun tez zamanda, yine Batı kaynaklı bir yönetim biçimi olan demokrasi ile harmanlanması gerekliliği ortaya çıktı. Merkezî yapıdan ödün vere vere tarihten silindiği düşünülen bir imparatorluğun eski subaylarının kazandığı askerî başarılarla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ivedilikle kendi askerî-bürokrat elitini oluşturdu ve onları üniter yapının merkezine yerleştirdi. Böylece demokrasi, zor zamanlarda ihmal edilebilen bir araca; seçimler de sistem içi faktörlerin gölgesinde şekillenen, son tahlilde güdük bir olguya dönüştü. Bunun sonucunda, Türkiye’nin kamu yönetiminde bürokrat-siyasi, atanmış-seçilmiş, sorumsuz-sorumlu yöneticiler arasında gerilimli bir ilişki alanı doğdu.
Bîmar olan kamuyu, yani vatandaşı bir kenara bırakırsak, kamu yönetiminde cereyan eden mücadelede, siyasetçi ve bürokrat taifesi arasında, üçüncü tarafların katılımıyla sık sık değişen; ama nihayetinde birincisinin aleyhine işleyen hassas bir denge var olageldi. Çünkü gerilime zaman zaman dahil olan medya, askerî bürokrasi ya da dış etkenler, çoğunlukla, geleneksel olarak merkezî gücü elinde bulunduran atanmışlardan yana tavır aldı. Seçilmişlerin meşruiyet kaynağı seçmenler ise, hükmedenin hikmetine binaen sessiz çoğunluk olmaya, bir bakıma bîmar kalmaya devam ettiler.
 
“Siz Gerilmeyiniz Efendim, Biz Gerileyelim”
Son olarak Cumhurbaşkanı’nın vetosuyla gündeme gelen Kamu Yönetimi Reformu etrafında yaşanan gerilim, tam bir kör dövüşünü andırıyor. Tasarıyı tartışan taraflar, medya destekli bürokrasi ve seçmen çoğunluğunun desteklediği hükümet, aslında birincil taraf olma niteliğine sahip değiller. Zira nihayetinde bürokrat, geleneksel kazanımlarını ve koltuğunu korumak; siyasetçi de bir sonraki seçimi kazandıracak icraatları gerçekleştirmek refleksiyle argüman üretiyor. Öyle olunca da ülkenin/kamunun şiddetle ihtiyaç duyduğu reformlar bütünü, ya “üniter devlet parçalanıyor”, “rejim elden gidiyor”, “gericiler kadrolaşıyor” bağırtıları arasında kaynayıp gidiyor ya da Başbakanlık Müsteşarı’nın yıllar önce kaleme aldığı bir makalenin tevilinden üretilen vehimlere ve müstakbel korkulara endeksleniyor.
Ancak işin özünde, her türlü idari tasarrufun olumlu ya da olumsuz sonuçlarından etkilenecek olan vatandaş var. Dolayısıyla tartışmanın birincil öznesi konumunu işgal etmesi gereken de odur ve halkın seçimlerde hükümetten yana koyduğu iradeyi Kamu Yönetimi Reformu Tasarısı konusunda geçerli saymayan statüko kanadı, bir referandum riskiyle karşı karşıya kalabilir. Muhtemel bir halkoylaması, elini attığı her icraat Cumhurbaşkanı’nın vetosuyla kuruyan, yüksek yargıdan dönen veya bürokratik engellemeye maruz kalan AK Parti hükümetinin, halktan aldığı idare etme yetki ve sorumluluğunu daha iyi kavramasına yaradığı gibi, ona bir soluklanma ve güç tazeleme imkanı sağlayabilir. Zaten bu gidişle, Başbakan’ın deyimiyle, “bürokratik oligarşi”yi alt edemeyen bir hükümetin, sine-i millete dönmeyi düşünmeden önce, başvuracağı tek çare olarak halkoyu kalıyor. Bu, yerelleşme-merkezîleşme, AB karşıtlığı-yandaşlığı, güvenlik-özgürlükler ekseninde cereyan eden bir mücadele olduğu kadar; hukuken ve siyaseten sorumsuz Cumhurbaşkanı ile her iki bakımdan sorumlu Başbakan arasında köşk dışında gerçekleşen “olağan” üstü bir randevu niteliği de taşıyacaktır. Aksi takdirde halk nezdinde, “birileri gerilmesin diye” sürekli gerileyen bir konuma düşecek olan iktidar için, gecikmiş bir referandumun kıymeti harbiyesi kalmayabilir. İşte, bir ucunda vatandaşın bulunduğu asıl gerilim o vakit gün yüzüne çıkar.
Sonuç olarak, geleneksel iktidar mücadelesinde siyaset kanadını bir adım öne geçirmiş olan ve siyaset kurumunun 1990’lı yıllarda kaybettiği itibarı, arkasına aldığı geniş halk desteğinin de yardımıyla, ona yeniden kazandırma potansiyeli taşıyan AK Parti hükümeti için Kamu Yönetimi Reformu bir kırılma noktası olacak gibi görünüyor. Zira 3 Kasım 2002’den bu yana vatandaşın bir türlü tam anlamıyla müşerref olamadığı Acil Eylem Planı’nda yer alan vaatlerin özü bu reform paketinde toplanmış bulunuyor. Bu bakımdan hükümet, oligarşik bürokrasinin doğurduğu hantal devlet yapısını ıslah etmek ve iktidar alanını sivilleştirerek toplumun taleplerine açık ve duyarlı hale getirmek zorundadır. Yoksa bütün kamu fuzulî bîmar olur da, deva-yı derd ihsan edecek cananda can kalmaz.

Paylaş Tavsiye Et