Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2004) > Hatırlıyorum > Hayatımın Bir Kısmı / Gençlik ve ilk mahkumiyet
Hatırlıyorum
Hayatımın Bir Kısmı / Gençlik ve ilk mahkumiyet
Aliya İzzetbegoviç
Burada okuyacaklarınız hayatımdan kesitler sunuyor; gerisi ya unutulmuştur yahut mahremdir. Bu bir otobiyografiden çok bir vakayinamedir; yaşam sürem boyunca cereyan etmiş olan olaylarla, kişisel bir değerlendirmenin elverdiği ölçüde doğru ve dürüst bir biçimde gözden geçirilmiş bir hesaplaşmadır.
Anıların nasıl yazıldığına aşina değilim. Churchill'in ünlü çalışmasını okurken, literatürün bu türünden Churchill'in kendisinin de belirttiği gibi, yazarın askeri ve siyasal olaylara ilişkin kendi vakayinamesini "kendi kişisel deneyiminin iplikleriyle" dokuduğunu farkettim. Bu itibarla hatıratlar, daima öznel bir algılayıştır. Tarih değildir ve zaten tarih, onu yapanlar ya da parçası olanlar tarafından yazılmamalıdır.
Okuyacaklarınız, benim, tarihimizin zor bir dönemine ilişkin kendi gerçeklerimdir.
Aliya İzzetbegoviç
Saraybosna, 31 Mart 2001
 
Bölüm I
 
ÇOCUKLUĞUM şimdi çok uzak görünüyor, tıpkı açık bir günde dağlara bakıyormuşum gibi detaylarını değil ama ana hatlarını mükemmelen görebiliyorum. Yaşam kısa değil. Ben onu uzun buluyorum.
75 Yıl önce, Bosanski Şamac’ta, Bosna’nın en büyük iki nehri olan Bosna ve Sava’yı gören bir evde dünyaya geldim. Ben iki yaşındayken, ileride okula devam edeceğim Saraybosna’ya göç ettik. Bir gün, çocukluğumun ve ergenliğimin sekiz yılını içinde geçirdiğim okul binasının önünden geçtim: İlk Erkek Lisesi ya da Genel Lise. Okul meşhurdu ve oradan mezun olan bizler bundan gururla söz ederdik. Hukuk derecemi de Saraybosna’da aldım. Öğrenimime fenni ziraat okuyarak başladım, fakat üçüncü yıldan sonra Hukuka geçtim.
Geniş bir aileye mensuptum. Babamın annemden beş çocuğu vardı –üç kız iki erkek. Ben erkek çocukların en büyüğüyüm ama en büyük çocuk değilim, çünkü benden büyük iki kız kardeşim var. Babamın ilk evliliğinden olan iki üvey erkek kardeşim daha var. İlk eşi ölünce 1921’de annemle evlenmiş. Ailemizin geçen yüzyılın sonunda Belgrat’tan gelmiş olduğuna ilişkin kanıtlarımız var. Büyükbabam orada, küçük amcamın bana anlattığına göre II. Dünya Savaşı’ndan sonra bile hâlâ ayakta duran bir evde doğmuş. Ev, bugün Fransız Sokağı olarak bilinen bir noktadaymış; fakat savaştan sonra yıkılmış. İstanbul’da askerlik hizmetini yapan büyükbabam, orada Boğaz’ın uzak bir yakasında bulunan Üsküdar semtinde doğmuş olan Sedika adında genç bir Türk kızıyla evlenmiş. Babam Türkçe’yi biraz anlar, fakat hatırlayabildiğim kadarıyla konuşamazdı. Bu durum, hiç Türkçe bilmeyen ve bu nedenle de kendisini bu konuşmalardan dışlanmış hisseden annemi zaman zaman rahatsız ederdi.
Çocukluğum babamın hastalığından müteessir olarak geçti. I. Dünya Savaşı’nda Piava’daki İtalyan Cephesi’nde ağır yaralanmıştı. Bu daha sonra bir tür felce dönüştü; bu nedenle de yaşamının son on yılı az çok yatağa bağlı olarak geçti. Rahmetli annem ona büyük bir özenle baktı ve hatırı sayılır bir özgürlük içinde büyümekte olan biz çocuklar da elimizden geldiği kadar ona yardım ettik.
Babamın ailesi bir zamanlar çok zenginmiş. Kendisi de Bosanski Şamac’ta tüccarlık yapıyordu; fakat garip koşullar içinde işi kısa zamanda battı. Hayatın bizler için çok daha zor olduğu Saraybosna’ya göçtük; fakat burada olmanın en azından eğitim alma imkanı gibi bazı avantajları da vardı. Bosanski Şamac’ta kalmış olsaydık, bu mümkün olmayabilirdi.
Rahmetli annem çok dindar bir kadındı ve dine olan bağlılığımı -en azından kısmen- ona borçluyum. Sabah namazlarına hiç aksatmadan tam vaktinde kalkardı. Beni de kaldırırdı, böylece ben de, Belediye Binası’na fazla uzak olmayan yerel bir cami olan Hadijska Camiine gidebilirdim. 12-14 yaşlarında bir çocuk olarak, doğaldır ki, kalkıp kalkmamak konusunda tereddüt ederdim; ama özellikle bahar sabahlarında eve hep mutlu dönerdim. Güneş doğmak üzere ve yaşlı imam Mujezinoviç camide olurdu. Sabah namazının ikinci rekatında daima Kur’an’ın harika surelerinden biri olan Rahman Suresi’ni okurdu. Açmış baharların ortasındaki o cami, sabah namazında okunan o Rahman Sureleri ve civardaki herkesin kendisine saygı duyduğu o alim; uzun zaman önce geçip gitmiş olan yılların sisleri arasında hâlâ net bir biçimde görebildiğim en güzel görüntüleri oluşturmaktadır.
Ben her bakımdan annemle babamın bir karışımıydım. Fiziksel olarak daha çok anneme ve onun erkek kardeşlerine benziyordum ve bu beni pek mutlu etmiyordu; ben, yakışıklı iri yapılı bir adam olan babama benzemek istiyordum. Ancak karakter bakımından daha çok babam gibiydim. Annemin bütün akrabaları dışa dönük, açık ve iletişime yatkın insanlar iken, İzzetbegoviç’inkiler içe dönük ve çekiniktiler.
Babam Saraybosna’ya annemin akrabaları arasında gelmek zorunda kalmış olmasına karşın, onlardan büyük saygı görürdü. Ne zaman bir aile ya da evlilik sorunu çıksa, o tartışmada bir tür yargıç ya da hakem olurdu. Ailenin geri kalanının onu dinlediğini biliyordum ve bu beni etkiliyordu. Bir çocuk olarak basitçe söylenirse anneme aşıktım ve o, ne zaman babamla birlikte bir yere ziyarete gitse, onlar dönene kadar uyuyamazdım. Bazen gece yarısına kadar gelmelerini bekleyerek, uyanık yatardım. O kadar yorgun olurdum ki, kapının açıldığını ve içeri girdiklerinde de ayak seslerini duyar duymaz uyuyakalırdım.
Kendimi ebeveynlerimin etkisinden kurtarıp hayatımı kendi seçtiğim gibi yaşamaya başladığımda hâlâ oldukça gençtim. 15 yaşındayken, inancımda bazı tereddütler oluşmaya başladı. O zamanki yoldaşlarım ve arkadaşlarımla her şeyi konuşmaktaydım. Komünist ve ateist yazıları okuduk. O tarihte Yugoslavya, çoğu elden ele dolaşan çeşitli broşürler vasıtasıyla illegal olarak yaygınlaşan çok güçlü bir komünist propagandanın etkisi altındaydı. Komünistler bu konuda çok etkindi. Bu, kısmen de Avrupa’da faşizmin ortaya çıkışına yönelik bir tepkiydi. Komünizm demokrasiyi anlamadı. O, Yugoslavya’da anti-faşist bir hareketti, bir karşıt ideolojiydi ve diğerinden daha az totaliter değildi. Kızıl totalitarizm, Kara totalitarizme karşı durmak için gelmişti.
Komünistler, komünist harekete örgütlü bir biçimde mensup olan hocalara sahip olmasıyla tanınan benim lisemde özellikle güçlüydüler. Sınıfların etrafında illegal olarak dağıtılan broşürlerin bazılarını ele geçirmeyi başardım ve sosyal adalet –ya da daha sonra göreceğimiz üzere sosyal adaletsizlik!- sorunu ve Tanrı üzerine kafa yormaya başladım. Komünist propagandada Tanrı adaletsizliğin tarafındaydı; çünkü komünistler dini “halkın afyonu” olarak, halkın huzursuzluğunu yatıştırarak onları gerçekliğin dünyasında daha iyi bir hayat için mücadele etmekten alıkoyan bir araç olarak görüyorlardı. Bu çizgiye kaymak çok kolaydı. Ancak ben bunu kabul etmedim. Her zaman çok net olmasa bile, dinin temel mesajı bana hep sorumluluk gibi görünmüştür. Onun mesajı krallar ve imparatorlar için bile aynıdır; sorumlu olmaları gerektiği yönündedir. Onların bu dünyadaki polisten bir korkuları olmasa da –çünkü polis zaten onların ellerindedir- din onlara uyguladıkları şiddetten dolayı hesaba çekileceklerini ve bu sorumluluktan kaçış olmadığını söyler. Tanrısız bir kainat, bana anlamdan yoksun görünmüştür her zaman.
Bu nedenle de inancım bir iki yıllık salınımdan sonra geri döndü, ama farklı bir biçimde. İnancımdaki –elbette varolduğu ölçüde- bu muayyen sarsılmazlık, gençliğimde zuhur etmiş olan şüphelerden geliyor. O artık yalnızca atalarımdan devraldığım bir din değildi; yeni baştan edinilmiş bir inançtı. Ve onu bir daha hiç yitirmedim.
Daha sonraları bu kişisel tereddütlerim hakkında yazdım; fakat şimdi düşünüyorum da, bu makaleler gerçekte benim inancımın -başkalarına karşı değil kendime karşı- birer göstergesiydiler.
Okulda, çok iyi ve çok zayıf bir öğrenci olmak arasında salınıp durdum. Bir süre gayretle çalışıyor ve sonra yine belli bir süre kitaplarımı tümüyle bir kenara bırakıyordum. Lisenin dördüncü sınıfında okulun sertifika sınavlarından muaf oldumsa da, bir sonraki yani beşinci sınıfın sonunda zayıf notlar aldım. İşin daha da garibi bunun tarih dersinde olmasıydı; çünkü tarihi oldum olası sevmişimdir.
Zayıf notlarım için kendimi değil tarih hocamı suçladım. Öğretmenim; doğu şivesi olan saf Ekavski ile konuşan, çoğunluk şu ya da bu Müslüman öğrenciye el şakaları yapan, gerçek Sırbistan’dan gelme uzun boylu bir adamdı. Muhtemelen bunun, zayıf notlarım nedeniyle onu suçlamak için iyi bir sebep olduğunu düşünmüştüm.
Lisenin daha üst sınıflarında, okumayı bütün çalışmalarıma üstün tutmuştum. 18-19 yaşlarında, Avrupa felsefesinin bütün temel metinlerini okuyordum. O zamanlar Hegel’i takdir edemedim, ama sonraları görüşlerimi değiştirecekti. Üzerimde özel bir etki bırakmış olan metinler Bergson’un Yaratıcı Evrim’i, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi ve Spengler’in Batı’nın Çöküşü adlı eserleriydi. Ancak yine de okulu tümüyle bir kenara bırakmamıştım.

Paylaş Tavsiye Et
Hatırlıyorum
GEÇMİŞ YAZILAR