Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2004) > Dosya > Merkez-çevre ilişkisi bağlamında AB üyeliği
Dosya
Merkez-çevre ilişkisi bağlamında AB üyeliği
K. Zafer Şen
TÜRKİYE’NİN Avrupa Birliği’ne tam üyeliğine giden yolu açması beklenen 17 Aralık’taki AB Zirvesi öncesi, üyeliğin Türkiye’ye maliyeti konusundaki tartışmalar hız kazandı. Tartışmaların odağında ise, maliyetin ekonomik veya kültürel sonuçlarından ziyade siyasî sonuçlarının ne olacağı konusu yer alıyor.
Birliğin kendisini “uluslar üstü bir birim” olarak tanımlaması, “yetki ikamesi” kavramı ve 1993’te açıklanan Kopenhag Kriterleri bu tartışmanın özellikle siyasî boyutta yoğunlaşmasına neden oldu. 1992 Maastricht Antlaşması’yla beraber siyasi birliğe doğru evrilmeye başlayan Avrupa bütünleşme hareketini, diğer bütünleşme hareketlerinden ayıran en temel özellik, ulus-devletlerin yetkilerinin bir bölümünü Birliğin kurumlarına devretmiş olmalarıdır. Bütün AB vatandaşlarını doğrudan bağlayıcı kararlar alma ve yasalar çıkarma yetkisi, AB’yi diğer uluslararası örgütlerden ayıran en dikkate değer özelliktir. Ayrıca “yetki ikamesi” kavramı, AB’nin oluşturmak istediği federalizm tipinin yapılanma felsefesine işaret etmesi bakımından önemli olduğu gibi, topluluktan Birliğe geçişte anahtar kavram niteliğindedir. Birliği kuran Maastricht Antlaşması’nda topluluk hukukunun tümünü kapsayacak bir güce kavuşturulan bu kavramla, Birlik içindeki sorunların; çıktığı yerde, olabildiğince yakın bir düzeyde ve sorumlulukların etkin bir şekilde paylaşılmasıyla çözülmesi amaçlanmaktır. Böylece ortaya çıkan sorunlarla ilgili kararlar en etkili bir biçimde uygulanabilecekleri düzeyde alınırlar. Diğer bir deyişle, herhangi bir konudaki karar, o kararın sonucu açısından en etkin nerede alınması gerekiyorsa, orada alınmalıdır. Bu ilkeyle, aynı zamanda katı bir merkezîleşmenin önüne set çekilmektedir. Bir bölgede ortaya çıkan sorunların yerel ihtiyaçlar ve yerel beceriler dikkate alınarak çözüme kavuşturulması amaçlanmıştır. Bu nedenle kavramın ana amacı, sorunları merkeze taşımadan yerel düzeyde çözmektir. Burada dikkat edilmesi gereken tek husus, verilen kararların AB amaçlarına erişilmesini önleyecek düzeyde olmamasıdır. Bireyden başlayıp AB’nin en üst kurumuna kadar bu kavrama uygun bir yeniden yapılanma hedefi, AB’nin önümüzdeki dönemde en önemli önceliklerinden biri olacaktır.
Bu çerçevede, “AB, Türkiye’ye ne kadar izin verir?” sorusuna en iyi cevap “yetki ikamesi” kavramında bulunabilir. Burada Türkiye’nin önünde iki seçenek var: Ya ihtida edecek yani kendi değerlerini bırakıp AB değerlerini kendine şiar edinecek ya da kendi özgünlüğü ile AB normlarını uzlaştıracak.
Kopenhag Kriterleri çerçevesine oturtulan Türkiye-AB ilişkilerinde en önemli kriz noktasını siyasi kriterler oluşturdu. Bilindiği gibi kriterler siyasî, ekonomik ve diğer kriterler olarak üç ana başlık altında toplanmakta. Ekonomik kriterlerin Gümrük Birliği çerçevesinde yerine getirildiğini, 1998’den itibaren açıklanan ve AB ile müzakere sürecine girsin girmesin tüm aday ülkelerin bir yıllık süreçte neler yaptıklarını belgeleyen ilerleme raporlarında vurgulandığını gördük. Diğer kriterlerin daha çok müzakere süreci içerisinde tamamlanacak şartlar ihtiva ettiğini kaydedelim.
 
Siyasî Kriterler ve Merkezin Direnişi
Türkiye-AB ilişkilerinde en önemli problem alanını Kopenhag siyasi kriterleri oluşturmaktaydı. Aralık 1999’da yapılan Helsinki Zirvesi’nde Birliğe tam üyelik için adaylığı kabul edilen Türkiye’de, AB’ye tam üyeliğin ülkeyi böleceği yönündeki tartışmalar alevlendi. AB ile Ankara arasındaki en önemli gerilim demokratikleşme konusunda yaşanırken; merkezî seçkinler ile askerî ve sivil bürokrasinin siyasî kriterler olarak açıklanan -özellikle demokratikleşme, şeffaflaşma, insan haklarına saygı gibi- konularda bir özgürlük fobisi taşıdığı anlaşıldı. Türkiye adına konuşma hakkının sadece kendilerinde olduğunu düşünen bu kesim, “Benim (Türkiye’nin) özel şartlarım var”, “Bu kriterler Türkiye’yi böler”, “Rejim tehlikeye girer” söylemlerine sarılarak demokratikleşme yolunda adımlar atılmasına uzun süre karşı çıktı. Kalelerinde halktan kopuk yaşayan Ortaçağ derebeylerini çağrıştıran bu kesimler, yıllardır dar bir çerçevede kalmaya zorladıkları çevrenin merkeze doğru açılması anlamına gelen demokratikleşmeye şiddetli bir mukavemet gösterdiler. Merkezin ağır toplarından yetkili bir ağız, eski dostları AB’ye alternatif olarak yıllardır rejimin en büyük düşmanı olarak lanse edilen Rusya ve İran’la stratejik işbirliği yapmayı bile teklif etti. 1990 öncesi dönemde bir bakıma, çevreye “ölümü gösterip onu sıtmaya razı eden” merkezî seçkinler, Komünist Rusya tehlikesinin buharlaşmasından sonra çevreyi denetim altında tutmanın yollarını aradılar. Ayrılıkçı Kürt hareketinin terör kanadı PKK’nın eylemleri, bir yandan Türkiye’yi milliyetçiliğin kıskacına iterken, diğer yandan merkezin denetim (baskı) gücünü korum asında 1997’ye kadar etkili oldu. 28 Şubat sonrasında “fundamentalist İslam” söylemi üzerinden geliştirilmeye çalışılan çevreyi kuşatma hareketine cevap sandıktan geldi. DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin Ağustos 2002’de başlattığı ve 3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında AKP hükümetinin devam ettirdiği demokratikleşme reformları 26 Eylül 2004’te TBMM’nin kabul ettiği yeni Türk Ceza Kanunu ile yeni bir sürece girdi. Son iki yılda yapılan reformlarla çevre üzerindeki denetim/baskı mekanizması iyice aşınan merkezî seçkinler, Kamu Yönetimi Reform Tasarısı’na verdikleri tepkiyle gerçek niyetlerini ortaya koymuş durumdalar. Tüm kararların merkezden alındığı otoriter yapılanmaya son vermeyi öngören Kamu Yönetimi Reform Tasarısı’nın felsefesi ve içerdiği hükümler dikkatle incelendiğinde, bunların, AB’nin hayata geçirmeye çalıştığı yeni yönetim anlayışının temeli olan “yetki ikamesi” ile örtüştüğü görülmektedir. Bu tasarı Türkiye’nin kendi inisiyatifi ile geçmezse, AB ile müzakereler başlasın veya başlamasın, uluslararası merkez ile “askerî-sivil bürokratik merkez” arasındaki gerilimin şiddetlendiğine şahit olabiliriz.
Kopenhag Kriterleri ilk gündeme geldiği andan itibaren Sevr sendromu tekrar harekete geçti. Siyasi kriterlerin içinde yer alan “azınlık” kavramına Türkiye ve AB’nin farklı tarihsel tecrübelerden dolayı farklı yaklaşımlar getirmesi bir gerilimin yaşanmasına neden oldu. Türkiye’de azınlık kavramı Lozan Antlaşması’nda belirtildiği gibi dini referans alan bir çerçeveye oturmaktadır. Bu nedenle Türkiye’de azınlık denince gayrimüslimler anlaşılmaktadır. Fakat burada da bir sorun var: Lozan Antlaşması’nda Yahudi, Rum ve Ermeniler azınlık olarak kabul edilirken Süryaniler, Keldaniler gibi diğer gayrimüslimler azınlık olarak kabul edilmemiştir. Müzakere sürecinde Lozan’da adları geçmeyen, fakat Türkiye topraklarında yaşayan gayrimüslim azınlıkların haklarının masaya gelmesi muhtemeldir.
Avrupa’da ise azınlık kavramı etnik temelli bir çerçevede ele alınmaktadır. Avrupa’nın bu azınlık kavramını Türkiye’ye de kabul ettirmek istemesi, ilişkilerin gerilmesine neden olmuştu. Kriz, Türkiye’de yaşayan etnik unsurların ana dillerinde eğitim yapabilmelerine bireysel haklar kapsamında imkan tanıyan Anayasa değişikliği ile aşılmış oldu.
 
Türkiye AB’ye Girerse Kim Bölünür?
Türkiye’nin AB’ye girerse bölüneceğini iddia edenler Kopenhag Kriterleri ile Sevr Anlaşması arasında bağ kurmaya çalışırlar. 1920’de imzalanan Sevr Anlaşması’yla Avrupalı güçler Osmanlı Devleti’ni kendi aralarında paylaşmışlardı. Kopenhag Kriterleri’nin, Türkiye’nin “özgün şartlarına rağmen Ankara’ya dayatıldığı” söylemini geliştiren bu kesim, özellikle siyasi kriterleri “Türkiye’yi bölme planının” son versiyonu olarak adlandırmakta. Peki Türkiye, AB’ye girerse gerçekten bölünür mü? Türkiye’ninkiyle benzer sorunları daha önce yaşayan Fransa, İspanya ve İngiltere örnekleri göstermiştir ki bu ülkelerdeki ayrılıkçı söylemler ülkenin toprak bütünlüğüne zarar vermeden AB üst şemsiyesi altında ve AB normlarına uygun şekilde çözüme kavuşturulmuştur. Türkiye kendi tarihsel birikiminin verdiği özgüvenle hareket ederek AB normları ile kendi değerleri arasında bir uzlaşma noktasına ulaşarak yaşadığı sorunlara çözüm üretebilir. İçerideki ayrılıkçı taleplerin, toprak bütünlüğüne zarar verilmeden aşılmasının yolu, geleneğin zaman ve koşullara göre yeniden üretilmesi ile mümkündür. Bu uzlaşma noktası Türkiye’yi, Sevr ve bölünme sendromundan kurtarabilir.
Türkiye’de bu tartışmalar yapılırken, ilginç bir biçimde, Avrupalılar da benzer bir konuyu tersinden tartışıyorlar: Türkiye, AB’ye girerse AB bölünür mü?

Paylaş Tavsiye Et