WESTPHALIA ulus-devlet sisteminin 19’uncu yüzyıl sonunda içine düştüğü kriz 20’nci yüzyılda iki dünya savaşına ve binlerce masum insanın katline neden oldu. İkinci Dünya Savaşı Avrupalıları, ulus-devletleri sınırlandıracak yeni bir sistem arayışına itti. Böylesi bir arayışın sonucu olarak ortaya çıkan ve bugüne Avrupa Birliği olarak ulaşan sistem ulus-devletin sınırsallığını ortadan kaldırırken kendi sınırlarını yeniden tanımlamaya çalışıyor.
AB’nin İslam dünyası ile ilişkilerini iki boyutta incelemek gerekiyor. Küresel bir güç olmayı hedefleyen AB’nin, dünyanın stratejik açıdan en önemli jeopolitik ve jeoekonomik kuşağında yer alan ve halkı Müslüman olan ülkelerle uluslararası ilişkiler düzlemindeki ilişkileri birinci boyutu oluşturuyor. İkinci boyut ise daha kritik; zira bu artık AB sınırları içinde İslam’ın ikinci en yaygın din haline gelmesi dolayısıyla Avrupalı Müslümanlar, bir başka deyişle ‘içerideki’ İslam dünyası ile AB yönetimi arasındaki ilişkileri içeriyor. Her ne kadar dini temelli bir yapı olarak inşa edilmese de AB yönetimi, içinde barındırdığı unsurlar dolayısıyla bir Hıristiyan kulübüne dönüşmüş durumda. Hazırlanan AB anayasasına Hıristiyan kültürünün ve değerlerinin mutlaka yansıtılması gerektiğini savunanlar hiç de azımsanacak boyutta değil. AB’nin İslam dünyası ile ilişkileri, “çoğulculuk/çok kültürlülük” esasına dayandığını iddia eden AB yönetimi açısından ciddi bir sınav teşkil ediyor.
AB ve Değişen İslam Dünyası Kavramı
Mevcut kapasitesi ile AB küresel güç olmaktan hayli uzak. Küresel güç olabilmenin anahtarı İslam coğrafyası olarak adlandırılan Fas’tan Endonezya’ya kadar olan coğrafyadaki etkinlikte. Fas’tan Endonezya’ya kadar uzanan kuşak, Afro-Avrasya anakarasının hem merkezinde yer alıyor, hem de dünyadaki jeo-ekonomik kaynakların % 65’inden fazlasını bünyesinde barındırıyor. Ancak, İslam coğrafyası olarak adlandırılan bu kuşak, artık İslam dünyası kavramını tam olarak karşılamıyor. Büyük ve geniş çaplı bir dönüşüm geçiren İslam dünyası kavramı coğrafî sınırlara hapsedilemeyecek kadar genişlemiş durumda. Osmanlının tasfiyesi ile beraber Avrupa’dan temizlenmeye çalışılan İslam, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası adeta sömürgecilik döneminin faturası gibi Avrupa ülkelerine göç eden Müslümanlarla geri döndü. Asya İngiltere’ye, Mağrib Fransa’ya, Afrika ve Okyanusya Hollanda ve Belçika’ya taşındı. Bu yeni demografi, İslamiyeti seçen Avrupalıların sayısındaki artışla birleşince, İslamiyeti Avrupa’da ikinci büyük din haline getirdi. İslam coğrafyasındaki devletler ve onların dünyanın değişik ülkelerindeki uzantıları, hem bu unsurların halen bulundukları ülkeler ile geldikleri anavatanlar arasındaki bağlantıları güçlendiriyor, hem de İslam dünyası kavramına demografik/kültürel bir tanımlama yüklüyor. Örneğin, Almanya’da Türklerin, Fransa’da Cezayirlilerin, Faslıların ve Tunusluların, İngiltere’de Pakistanlı ve Hintli Müslümanların oluşturdukları nüfus yoğunluğu söz konusu ülkeler arasındaki ilişkilere yeni bir boyut eklediği gibi, İslam dünyası kavramının anlam genişlemesine de neden oluyor. Osmanlının tasfiyesi ile birlikte sadece Afrika ve Asya eksenli düşünülen İslam dünyası Soğuk Savaş sonrası dönemde Afro-Avrasya özelliğini tekrar kazandı. Bu değişimde belki de kilit rolü Bosna bunalımı oynadı. Bosna’da yaşanan trajedi genelde Batı, özelde Avrupa’nın yaşadığı bunalımın İslama yansıması oldu. Bosna bunalımı ve ardından yaşanan Makedonya Krizi ile birlikte İslamın sadece Afro-Asyalı olduğu düşüncesi radikal bir kırılmaya uğradı.
İslam Dünyası: Stratejik Bir Anahtar
İslam coğrafyasında etkinlik sahibi olmak, Afro-Avrasya kontrolü için olduğu kadar Asya pazarları ve oradaki enerji kaynaklarının Batı ve dünya pazarlarına aktarımı açısından da hayatî öneme sahip. Soğuk Savaş döneminde dünyada barış ve istikrarın sağlanması için Avrupa güvenliği ne anlam ifade ediyorsa, bugün aynı durum İslam coğrafyası güvenliği için geçerli. Enerji kaynakları konusunda dışa bağımlı olan AB için bu kaynakların Avrupa’ya aktarımı kritik bir mesele. Bu nedenle AB, İslam coğrafyasında yaşanan krizlere ve bunalımlara, ABD’ye göre daha dikkatli yaklaşıyor. AB’nin gelecekte küresel güç olma hedef ve isteği konusunda bir deney tüpü niteliğinde olan AB-İslam dünyası ilişkileri, bu noktada AB-ABD rekabetinin de devreye girmesiyle ayrı bir önem kazanıyor. AB, İslam dünyasının duyarlılık taşıdığı Filistin sorununda daha objektif davranmaya özen gösteriyor. AB, Filistin Özerk Yönetimi’ne en çok maddi katkıyı yapan örgüt. Siyasî ve askerî alandaki etkisizliğini, bağımsız Filistin devletinin kurulması için yaptığı çağrı ile Filistinlilere uluslararası psikolojik destek ortamı yaratarak gidermeye çalışan AB, 11 Eylül sonrası dönemde ABD, Rusya ve BM ile birlikte hazırladıkları “Barışa Giden (Çıkmaz) Yol Haritası”nda da etkin rol aldı.
Bununla birlikte AB’nin İslam dünyasına ilişkin yaklaşımındaki pragmatizm, Bosna Krizi sırasında sergilenen tavırla açığa çıktı. AB’nin politikaları; dünyanın neresinde olursa olsun insan hakları sorunlarına gösterdiği duyarlılıkla, ırkçılığa ve soykırım suçlarına karşı duruşunun temel hukuk metinlerinde yer almasıyla ve etnik-kültürel haklara verdiği önemle taban tabana zıt bir tablo oluşturdu. Avrupa’nın ortasında, çeyrek milyon insanın soykırıma maruz kaldığı, insanlık suçlarının en ağırının işlendiği Bosna trajedisi, AB’nin İslam dünyasına yaklaşımının değerlerden uzak, etik ve insanî normların belirlemediği bir çerçevede şekillendiği endişelerini haklı çıkarıyor.
AB’nin İslam Dünyasının forumu niteliğinde olan İKÖ ile olan ilişkilerinin özellikle 11 Eylül sonrası dönemde hız kazandığını görülüyor. ABD’ye yapılan saldırılardan sonra “Medeniyetler Çatışması” tezinden hareketle İslam dünyasını hedef gösterme çabaları arttı. 11 Eylül olaylarının hemen ardından gerek İKÖ, gerekse AB, sağduyulu ve ileriye dönük bir tutum benimsedi. 12-13 Şubat 2002’de İstanbul’da yapılan “Medeniyet ve Uyum: Siyasi Boyut” başlıklı İKÖ-AB Ortak Toplantısı medeniyetlerin çatışmasından ziyade “medeniyetlerin ortak mirasına” vurgu yapıyordu.
Ekonomik İlişkiler
Siyasal ve askerî zaaflarının farkında olan AB, görece üstünlük taşıdığı ekonomik alandaki gücünü kullanarak uluslararası etkinliğini artırmayı amaçlıyor. AB’nin Körfez ülkeleri ile olan ilişkisi de bu çerçevede şekilleniyor. Bölgedeki ABD egemenliğini sarsmanın ve uzun vadede kırmanın en etkili yolu olarak bölge ile olan ekonomik ilişkilerini geliştirmeyi seçen AB, hem kendi içindeki üye ülkeler arasında hem de dışarıda, ABD ile Körfez ülkelerine silah satışı konusunda rekabet halinde. AB, ABD’nin “çifte çevreleme politikası” çerçevesinde İran ve Irak’a karşı ekonomik boykot uygulanması isteğine de katılmadı. Özellikle Fransa, bu konuda ABD’ye karşı açık tavır almayı sürdürüyor.
Körfez bölgesinin jeoekonomik ve jeostratejik öneminin yanı sıra KİK’in AB’nin ticaret yaptığı en büyük altıncı pazar olması dikkat çekici. Bununla birlikte, AB’nin bölgedeki yatırımları giderek azalıyor. 1999’da 3 milyar euro olan yatırımların değeri, 2000’de yarı yarıya düşerek 1,5 milyar euroya geriledi. AB’nin bölgedeki yatırımlarının azalmasının en önemli sebebi 1980 sonrasında bölgede adeta kronikleşen istikrarsızlık ve 1991 Körfez Savaşı sonrasında bölgenin tamamen ABD hegemonyası altına girmesi. Bölgede ABD’yi dengelemek için Irak ve İran’la ilişkilerini sıcak tutan AB, bölgede siyasi bağımsızlıklarını koruyacak askeri güçten yoksun devletlerin güvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak kapasiteden uzak olması nedeniyle etkili olamıyor.
Ekonomi söz konusu olduğunda bile, AB’nin İslam dünyasına yaklaşımında ‘çifte standart’ taşıdığı izlenimini verecek politikalar gözlenebiliyor. Akdeniz’e komşu olan İslam ülkeleriyle ekonomik ilişkileri artırmak için 1995’te Barselona’da başlatılan AB-Akdeniz Ortaklığı, sömürgeciliğin çeşitli şekillere bürünerek devam ettiğinin bir göstergesi olarak AB lehine işliyor. Libya hariç bölgedeki tüm İslam devletleri ile çeşitli anlaşmalar imzalanmış olmasının temel nedeni, coğrafî olarak yakın olan bu bölgeden Avrupa’ya olan göçün azaltılması; yani İslam’ın Avrupa sınırları dışında tutulması amacını taşıyor. Bölgenin ekonomik ve siyasal istikrarsızlığı Avrupa’yı doğrudan etkiliyor. Avrupaî anlamda ulus-devlet özelliği taşımayan ve otoriter siyasi elitlerin yönetiminde olan devletlerin rejimleri, sınırları içindeki halkla bir şekilde gerilim içinde. Bu gerilimden kaçan insanlar Avrupa’yı yurt edinmiş durumdalar. AB ise Cezayir örneğinde yaşandığı gibi insanî değerleri önceleyen bir politika yerine ‘duruma göre’ pragmatik bir yaklaşımı yeğliyor.
AB; Pakistan, Malezya ve Endonezya’nın önemli bir ticarî ortağı durumunda. Pakistan ile ilişkilerini 2001 sonrasında, özellikle Afganistan operasyonu sürecinde güçlendirmeye çalışan AB; önümüzdeki dönemde dünya siyaset ve ekonomisinde önemli bir unsur olacağı anlaşılan Asya’ya özel bir önem atfediyor. Elektrik ve elektronik araç-gereç üretiminde önemli bir paya sahip olan Malezya ve Endonezya ile AB’nin ilişkilerinde de siyasal ilişkilerden daha çok ekonomik ilişkiler ön planda.
Tüm İslam dünyası içinde AB ile hem siyasal, hem de ekonomik ilişkiler bakımından en güçlü bağa sahip olan ülke Türkiye. NATO üyesi ve AB’ye tam aday ülke olan Türkiye aynı zamanda İKÖ üyesi. Türkiye, AB’nin İslam dünyası ile ilişkilerinin geliştirilmesinde anahtar ülke konumunda. İKÖ-AB Ortak Toplantısı’na ev sahipliği yapması bu konumun sembolik bir göstergesi.
Avrupa’daki İslam Dünyası
AB-İslam dünyası ilişkileri açısından asıl önemli boyut Avrupa’da yaşayan Müslümanların durumu. Tarih boyunca gittikleri coğrafyalarda azınlık olsalar da yönetimi ellerinde tutan Müslümanlar, Osmanlının tasfiyesi ile Balkanlarda ve daha sonra da İslam dünyasının çeşitli devletlerinden ABD ve Avrupa’ya göç ederek gayrimüslim çoğunluğun yönetimi altında azınlık olarak yaşamaya başladı. Avrupa’daki Müslümanların bugünkü durumunu daha iyi anlayabilmek için şu sorulara cevap verilmesi zorunlu. AB ve Avrupalı devletler; demokrasi ve insan hakları çerçevesinden baktıklarından dolayı mı, çok kültürlülüğü temel kabul ettiklerinden dolayı mı, azınlık hakları çerçevesinde gördüklerinden dolayı mı, yoksa bugün için sorun teşkil etmeyecek marjinal bir unsur olarak gördüklerinden dolayı mı Müslümanlara hoşgörülü davranmaktadır? Almanya ve Fransa’da başörtüsüne karşı gelişen tepkiler, camilere minare yapılmasıyla veya ezanla ilgili kısıtlamalar gibi daha sembolik yansımalarla Bosna’nın veya Türkiye’nin AB üyeliği tartışmalarındaki daha açık tavırları da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Zira bu sorulara verilecek cevap/lar AB-İslam dünyası ilişkilerinin geleceğini şekillendireceği gibi, AB’nin bir küresel güç olup olamayacağının da ipuçlarını barındırıyor.
Paylaş
Tavsiye Et