Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2005) > Dosya > Krizin ekonomi politiği
Dosya
Krizin ekonomi politiği
Mustafa Gülyüz
KAPİTALİZM bir krizler sistemidir. Krizlerle gelişir ve büyür. ‘Kapital’in yani sermayenin sonsuza kadar birikmesi ancak, giderek daha az elde toplanmasıyla mümkündür. Bu ise zaman içinde bazı oyuncuların tasfiye olmasını zorunlu kılar. Tasfiye süreci sistemin kendi doğası içinde nesnel ve ilkelere bağlı olarak işler; güçlü olan ayakta kalır, büyük balık küçük balığı yutar. Darwinizmin bu en saf haliyle sosyal sahaya uyarlanması, iktisadî verimlilik ilkesinin de gereğidir. Ekonomik kaynakların etkin ve en uygun bir biçimde tahsisi için rasyonel olan çözüm, kaynakların, onları en etkin kullanabilenlerin ellerinde birikmesidir. Bununla beraber en imanlı kapitalistler bile yerlerini kendilerinden daha etkin rakiplerine terk edecek kadar rasyonel olamadıklarından, sistemde verimsizlik yaratan dirençler ve tıkanıklıklar oluşur. İşte krizler tam da böyle zamanlarda kapitalizmin imdadına yetişir ve sistemin bekâsı uğruna ayıklanması gerekenleri tasfiye ederek doğal seçilimin sürmesini sağlar. Kısacası, kapitalizmin bünyesi kendi açmazlarını üretir.
 
Küresel Finans Kapitalin Yapısal Açmazları
Kapitalizm, 19. yüzyılda en sofistike hali olan finans kapital evresine geldiğinde uluslararası bir sistem doğdu. Uluslararası finansal sistem, 1815-1870 arasında Britanya’nın hakimiyetinde istikrarlı bir dönem yaşadı. Bu tarihten sonra yeni denge ancak 1947’de bu kez ABD hegemonyası altında sağlanabildi. 1973’te, yapının temelini oluşturan Bretton-Woods sistemi çöküp bir de petrol krizi yaşanınca, sermaye hareketlerinin alabildiğine serbest bırakılması yoluna gidildi. Böylece bütün dünya, eşzamanlı olarak işleyen tek bir finansal piyasa haline geldi. Daralan kâr marjlarının, artan belirsizliğin, büyük ölçüde dalgalanan kurların ve faizlerin oluşturduğu kaos ortamında finans kapital küreselleşerek dünyanın her karış toprağında örgütlendi, en ufak arbitraj kazançlarını bile emdi ve büyümeyi sürdürdü. Ama bu yapı, sistemin yumuşak karnını da oluşturdu. Keynes’in tabiriyle “hayvanî ruh”la veya güdüyle hareket eden spekülatörlerin her birinin kendi açısından en rasyonel kararı vermesi, sistemi adeta manik ve depresif atakların arka arkaya geldiği bir psikoza sürükledi. Sürü psikolojisiyle çığ gibi büyüyen yatırım çılgınlıklarını ve şişirilen balonları, bazı durumlarda hiçbir sahici sebep yokken gelişen kitlesel panikler ve çöküşler izledi. Üstelik bir yerde başlayan krizler başka yerlere de sıçramaya ve giderek bütün sistemi tehdit etmeye başladı. Bu tablo, küresel sermayenin ürettiği açmazlara bir örnek. Sermaye hareketlerinin olabildiğince serbest olması, sistemin yaşaması için tek yol. Ama bu serbestlik krizlerin de baş müsebbibi.
Küresel ekonominin dikkat çekici özelliklerinden biri de, kamu borçlarının neredeyse bütün ülkeler için yapısal bir nitelik kazanmış olması. Gelişmiş 7 ülkenin toplam kamu borçları 20 trilyon doları buluyor ve bu rakam milli gelirlerinin %80’ine denk. Kamu kağıtları birçok yatırımcının portföyünde kayda değer yer tuttuğu gibi spekülasyon için de çok elverişli. Kimsenin bu borçları tamamen ödemek gibi bir derdi yok; tersine bu borçlar hissedilir biçimde azaltılacak olsa, doğabilecek likidite krizi sistemin yerle bir olmasına yeter. Öte yandan, borçların artması tedirginlikleri de artırıyor. Yani küresel sermaye burada da açmaza düşmüş durumda.
Bu yapının içine bir kere girildi mi ipler finans kapitalin eline geçer. Sistemi tehdit etme potansiyeli taşıyan unsurlar gerektiği gibi terbiye edilirler. Kapitalizm oyununda ‘hakemin görmediği faullerle’ üstünlük sağlamaya başlayan Asya ülkeleri, 1997’de bu gerçeği acı bir biçimde öğrendi. Asya kriziyle sermaye hareketleri nitel bir dönüşüm geçirdi ve sıcak para olarak da adlandırılan kısa vadeli sermaye, ekonomiye ve üretime asıl katkıyı sağlayan doğrudan yatırımlara galebe çaldı. 1991’de sadece 536 milyar dolar olan küresel portföy yatırımları -yani kısa vadeli kısır sermaye hareketleri- Asya krizi öncesinde 1,3 trilyon dolara, 2000’de 3,5 trilyon dolara çıktı. Bu arada, dünya nüfusunun %85’inin yaşadığı, üretimin %30’unu ve ticaretin de %20’sini gerçekleştiren gelişmekte olan ülkelerin, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarından aldıkları pay 1996’da %34 iken 2000’de %16’ya düştü. Asya krizinin ekonomi politiği buydu.
 
Türkiye’nin Makûs Talihi mi, Yöneticilerin Bilinçli Tercihi mi?
Türkiye, 1970’lerde ‘ithal ikameci’ kalkınma modelini benimsedi. Gümrüklerle korunan yerli sermayeye, üretim girdileri devlet desteğiyle sağlandı. Halk, besleme sermayedarların verimsizliklerine ve kalitesizliklerine mahkum edildi. Bu tercihin varsayımı, toplumun bütün kesimlerinden devlet eliyle aktarılan kaynakların sermayedarlarımızı yeterince büyütmesi, böylelikle de yatırımların ve kalkınmanın gerçekleşmesiydi.
1970’lerin sonunda deniz bitti. Petrol krizi, uluslararası finansal sistemdeki buhran ve ABD ambargosu birleşince ülke “70 cente muhtaç” hale geldi. Kamu açıkları muazzam ölçülere ulaştı. Birçok ürün bulunmaz oldu, karaborsaya düştü. Yokluklar ve kuyruklar sosyal patlamanın fitilini ateşledi. 24 Ocak’la Türkiye sorunların çözümünü uluslararası kapitalist sisteme uyum sağlamada buldu. Yaşanan değişim ekonomiyi dışa açtı; eski mekanizma terk edildi.
1980’li yıllarda ihracat ve yatırım desteklendi. Devlet altyapı yatırımı hamlesi başlatarak özel sektörün faaliyet imkanlarını genişletti. Kısa bir sürede iletişim, ulaşım ve enerji alanında büyük bir değişim yaşandı. Ama huylu huyundan vazgeçmedi. İhracat ve yatırım teşvikleri gerçek amacından saptırılarak besleme sermayenin yeni gözdesi oldu. Kumaş kırpıntıları giysi, talaş da mobilya gibi gösterilerek hayalî ihracat vurgunları yapıldı. Bütün mesele üretmeden ve rekabet etmeden kazanmaktı. Dahası, altyapı ihalelerinde ve yatırım teşviklerinde yapılan usulsüzlükler bu girişimleri rant kapısı haline getirdi. 1980-89 arası 10 yılda finansal liberalizasyon gerekli yasal altyapı ve kültürel hazırlık oluşturulamadan gerçekleştirildi. Sınır aşırı sermaye hareketleri serbest bırakıldı ve Türk lirasında konvertibiliteye geçildi.
1990’lı yıllarda küreselleşme kaçınılmaz bir süreç olarak Türkiye’ye de dayatıldığında besleme sermaye yeni bir model icat etti. Üretmeden tüketmeyi mümkün kılan bu modelde, devlet vergi toplamıyor ama bütün verimsiz ekonomik faaliyetleri desteklemeyi sürdürüyordu. Böylece oluşan kamu açıkları sığ finansal piyasalardan karşılanmaya çalışıldıkça TL finansal araçların getirileri olağanüstü yükseliyor, TL’nin getirisi ile kur artışı arasındaki makas açıldıkça yabancı spekülatörler büyük bir iştahla Türkiye’yi fonluyorlardı. Dolarlar doğrudan veya açık pozisyon taşıyan bankalar aracılığıyla Türkiye’ye geliyor, TL’ye çevrilip Hazine kağıtlarında nemalanıyor ve arkasından tekrar dolara çevrilip astronomik kazançlar elde ediliyordu. Böylece dış ticaret ve cari açıklarımız finanse edilmiş oluyor, ekonomimiz de büyüyordu. Bu arada aslan payını alan, “cari açığa dayalı büyüme modeli”ni ekonomi literatürüne kazandıran besleme sermaye oluyordu. Bu modelde toplumun diğer kesimleri de kısmen nasiplendirildiği için kimsenin sesi çıkmıyordu. Sıcak paranın cazibesi herkesi büyülemişti.
Sıcak paranın maliyeti korkunç oldu. 1992-2003 arası Amerikan Hazine kağıtlarının dolar faizleri ABD’de ortalama %4 iken, Türkiye Hazine kağıtlarının sağladığı TL getirilerin dolara çevrilmesiyle elde edilen dolar faizi %22,3 oldu. Türkiye sadece bütçesinden 232,5 milyar dolar faiz ödedi. 1992 yılında %3,7 seviyesindeki faiz ödemelerinin milli gelire oranı 2001’de %22,3’e fırladı. Bu dönemde ekonominin yıllık reel büyüme hızı %3,3 buna karşılık reel faizlerin milli gelire oranı %5,7’ydi. Yani ekonomi her yıl 3,3 büyürken faize 5,7 ödenmişti. On yıl boyunca Türkiye’nin kanı emildi; 2002 yılında kişi başına milli gelir 2.600 dolarla hâlâ 1991’deki seviyesindeydi. Bir başka deyişle milletin 11 yılı heder edildi, bazı asalaklar yüzünden Türkiye olduğu yerde patinaj yapıp durdu.
Son 25 yılda yaşanan 8 kriz tesadüf veya beceriksizlik eseri değil, tercih edilen modellerin doğal sonucudur. 28 Şubat 1997 darbesi, 9 Aralık 1999 İMF stand-by anlaşması, 12 Aralık 1999 AB Helsinki Zirvesi ve Kasım 2000-Şubat 2001 krizleri ile geçirilen süreçle bu bakımdan benzerlik kurmak mümkün. Söz konusu 5 yılda yaşananlar, birbirinden bağımsız dinamiklerin eseri de olsa, Türkiye’nin siyasal, ekonomik ve kaçınılmaz olarak toplumsal yeniden yapılandırılması sürecini oluşturdu. Ortada müşahhas bir kurgu olmasa da bunun büyük bir planın parçası olduğunu görmeden çözüm bulmak mümkün değil.

Paylaş Tavsiye Et