SON derece rafine ve mistik ögelerle bezenerek sanayileşmiş ülkeler, Anglo-sakson akademyası, uluslarası ekonomik kuruluşlar ve çokuluslu şirketler tarafından ısrarla seslendirilen globalleşme söylemi, finansal ilişkilerin küresel bir nitelik kazanmasına vurgu yapar. İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme damgasını vuran Bretton-Woods sistemi ile sağlanan liberal uzlaşının 1970’lerden sonra muhafaza edilemez hale gelmesi, uluslararası ekonomi politikte radikal değişimi tetikledi. Bu bağlamda, finans, ticaret ve üretim alanlarında bugün jenerik olarak globalleşme diye nitelediğimiz gelişmeler, ekonomik sistemin doğal evriminden doğan dinamiklerden değil, hakim devletlerin konjonktürel krizlere verdikleri sistemik tepkilerden kaynaklandı. Bretton-Woods sisteminin kalbi olan ‘sabit kur mekanizması’nın yürürlükten kaldırılması, belli başlı para birimlerinin değerlerinin kriter para birimi Amerikan dolarına ya da altına endekslenmesinden vazgeçilmesi, Avrupa’daki klasik refah devletlerinin sonunu haber verirken; bir taraftan da dünya ekonomisinin spekülatif ve entegre tek bir pazara dönüşmesi için çaba sarf eden uluslararası sermayenin önünü açtı.
Neoliberalizmin yükselişi ile finansal globalleşmenin kaçınılmaz ve tüm insanlık için faydalı bir gerçeklik olarak yansıtılmaya başlaması arasında yakın bir paralellik var. Neoliberalizm, Chicago okuluna yakın Anne Krueger, Lord Bauer, Deepak Lal gibi ekonomistler tarafından İMF ve Dünya Bankası’na taşınıp ‘ortodoks’ görüş haline getirildi. Bu yaklaşım, klasik liberal ekonomistlere referansla ekonomik alanda devlet etkinliğini azaltırken piyasa güçlerinin kuvvetlendirilmesini sosyo-ekonomik problemlerin yegâne çözümü olarak vazetti.
1980’lerin ilk yarısından itibaren, Latin Amerika’daki ‘uluslararası borç krizi’nin yol açtığı çalkantılı ortamda, gelişmekte olan birçok ülkeye ve bu arada 24 Ocak Kararları ile de Türkiye’ye ihraç edilen neoliberal değişim paketleri, kapitalizmin spesifik bir (Anglo-sakson) formunun global bir model halinde ihracını hedef alıyordu. Bu şekilde, yerel gerçekliklere yabancı bir yaklaşımla hazırlanıp kamu maliyeleri iflasın eşiğindeki ülkelere ısrarla empoze edilen ‘İstikrar ve Yapısal Uyum Programları’ büyük sosyal ve siyasal çalkantılar pahasına uygulamaya konuldu. Ancak politika yapımı alanında ortodoks hale gelen ve Soğuk Savaş’ın bitiminin ardından Doğu Avrupa’da da benimsenen, piyasaların etkinlik ve adilliğine dayalı bu yeni ‘görünmeyen el’ yaklaşımının genel kamuoyu ve halklar nezdinde de meşruiyet kazanması gerekiyordu. İşte, son yıllarda çeşitli kanallardan gün be gün duyageldiğimiz ‘global köy’, ‘mesafelerin kalkması’, ‘küresel entegrasyon’ gibi ifadelerin arka planında yatan amaç budur. Böylelikle uluslararası sermayenin dünyanın dört bucağına engelsiz ulaşması, sermayenin niteliği ya da getiri ve götürüleri sorgulanmadan kabul edilmesi, hatta daha fazla sermaye çekebilmek için kıyasıya yarışılması gerektiği zihinlere bir ‘gerçek’ olarak kazındı.
Ancak Hirst ve Thompson’ın ‘Globalisation in Question’ (Globalleşme Sorgulanıyor)’da da belirttikleri gibi, dünya ticaret hacmine bakıldığında 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın sonları arasında radikal bir değişim görülmüyor. Asıl değişim, ticaretin niteliğinin maldan hizmetlere ve özellikle finansal alanlara doğru kayması ve bilişim teknolojisindeki gelişmelerin de yardımı ile New York, Londra, Frankfurt, Tokyo gibi finansal merkezler arasında eşzamanda işlem yapılan bir ağın ortaya çıkması oldu. Finans kapitalin vatansız olma özelliği yasal kolaylıklar yoluyla güçlendirilip piyasalar arasındaki akışkanlığı hızlandıkça, finans ve üretim arasındaki ilişki zayıflamaya yüz tuttu. Finans-sanayi bağını, imalat ve teknoloji sektörlerini önceleyerek sosyo-ekonomik kalkınmayı sürükleyecek şekilde kurmuş olan Alman tarzı ‘Rheinland Kapitalizm’ ve Japon tarzı ‘Kalkınmacı Devlet’ modellerini uygulayan ülkeler ciddi sıkıntılar çekmeye başladı. Aynı şekilde, spekülatif işlemlerin ödüllendirildiği, imalat ve teknoloji yatırımlarının ise nispî olarak cezalandırıldığı ABD ve İngiltere’de öyle muazzam ekonomik kazanımlar ortaya çıktı ki, Asya Krizi’nin de etkisiyle, Atlantik ekseni ekonomik olarak son otuz yılın en avantajlı konumuna ulaştı.
Finansal globalleşmenin Türkiye gibi ‘yeni serpilen piyasa ekonomileri’ için önemli avantajlar ve ciddi tehditleri aynı anda bünyesinde barındırdığı bir gerçek. Ekonomik büyümeyi sürdürülebilir hale getirmek, sosyal-ekonomik altyapıyı iyileştirmek ve yeni istihdam imkanları oluşturup işsizliği azaltmak için ciddi anlamda yabancı sermaye girişine ihtiyaç duyuluyor. Fakat finans piyasalarının yeterli yasal-kurumsal hazırlıklar yapılmadan liberalleştirildiği 1980’lerin sonlarından bugüne yaşanan bankacılık ve finans sektörü kökenli krizler, global sermayenin spekülatif dalgalarına hazırlıksız yakalanacak gelişmekte olan bir ülkenin uluslararası manipülasyona ne kadar açık olduğunu ortaya koyuyor. Son dönemde alınan yasal tedbirler ve gerçekleştirilen yapısal reformlar ‘spekülatif atak’ risklerini azaltmış gibi görünse de, Türkiye’nin global ekonomi ile entegre olurken tercih edeceği model noktasında stratejik bir karar vermesi gerekiyor.
Kurumsal reform ve ekonomik politikaların sosyal yansımalarını açıkça ihmal eden İMF ile devam eden ilişkiler çerçevesinde gittikçe liberalleşen, piyasa dinamiklerinin her alanda belirleyiciliğini kabullenen ve (yerli burjuvazisinin global konumu göze alındığında) uluslararası sermaye ile eşitsiz bir ‘taşeron’ ilişkisine girmeye razı bir strateji mi? Yoksa AB ile entegrasyon çıpasını ve jeo-stratejik konumunu dinamik bir şekilde kullanan, dünya ekonomisindeki rekabet gücünü artırabilecek açılımları ‘kamu-özel sektör ortaklıkları’ ve ‘stratejik sektörel planlama’ dahil, Washington’daki neoliberaller ile Türkiye’deki uzantılarının ideolojik olarak karşı çıkabilecekleri biçimlerde uygulamaya koyan bir yaklaşım mı?
Bir taraftan uluslararası finansal tsunamilerden sakınırken diğer taraftan üretim-bilgi-teknoloji temelinde dünya ekonomisine başat bir aktör olarak entegre olmak elbette ki kolay değil. Ancak son dönemde uluslararası ilişkilerde uygulanmaya başlanan çok boyutlu dış politikanın ekonomi alanında da agresif bir biçimde uygulanması ve Susan Strange’in ‘Trilateral Diplomasi’ dediği devlet-devlet, devlet-şirket, şirket-şirket ilişkilerinin uzun soluklu bir strateji içinde yapılandırılması ile muazzam mesafeler almak mümkün. Bunun için özel sektörün de spekülatif aktiviteden uzaklaşması gerekli. 70 milyon nüfuslu Türkiye’nin Dubai tarzı bir finansal geçiş bölgesi ya da ‘zıplama taşı’ olarak halka yayılan sosyo-ekonomik kalkınma ve adaleti tesis etmesi hem pratik, hem de global ekonomik dengeler açısından mümkün gözükmüyor. Ucuz işgücü avantajına dayalı sektörlerde de artık denizin sonu göründüğüne göre ekonomi politikasına yön veren aktörlerin konjonktürel istikrar yerine, uzun dönemli ve adaletli büyümeyi sağlayacak senaryolar üzerinde çalışmaları gerekiyor.
Rekor seviyelere ulaşan ihracatı çeşitlendirmek ve yüksek teknoloji ürünlerinin ihracattaki payını artırmak, ciddi araştırma-geliştirme faaliyetlerini teşvik ederek katma değeri yurt içinde tutacak ekonomik açılımları desteklemek ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını teknoloji transferi temelinde teşvik ederken spekülatif akımlara karşı uluslararası düzenlemeler elverdiğince tedbir almak ana ilkeler olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, gelişmiş ülkeler kullandıkları kalkınma merdivenini arkalarından attılar; başvurdukları yöntemleri de yasakladılar. Uluslararası ekonomik kuruluşların standart olarak önerdiği modellerin de sonucu belli. Uzun dönemli ve adaletli kalkınmanın anahtarı, sosyal adaleti gözeten politikaları uluslararası rekabet gücünü artırıcı önlemlerle ve kamu kesimi-özel sektör-sivil toplum sinerjisiyle harmanlayabilen ‘stratejik-etkili devlet’lerdedir.
Paylaş
Tavsiye Et