STOCKHOLM’de ışıkların deniz ve göl üzerinde oynaşmasını izlemek keyifli. Gök, grinin türlü tonlarına bürünürken sokaklarda sükûnet kol geziyor. İnsan sayısı az, bir telaş, bir koşturmacaya rastlanmıyor sokaklarda. Eski şehrin dar ve muntazam sokaklarında dolaşırken müze ziyaretine çıkmış çocukların şen sesleri kulaklarınızda yankılanıyor. İki hafta önce St. Petersburg’u arşınlarken hissettiğimden daha fazlası var burada; İsveç ruhunun dinginliği her yere sinmiş, acısız ama bir o kadar da kıpırtısız bir hayat… “Bu kadar sükûnet ve intizam benim için zehirli” diyorum ev sahibi meslektaşlarıma. Bir gece yürüyüşünde merkez istasyonun ışıklı harflerinden birinin yerinde olmadığını görünce, arkadaşım Sofie’ye sevinçle, “Buldum!” diyorum, “baksana koskoca harf yok!” Fin kökenli dostumuz Henrik, “Çok sevinme” diyor, “yarın sabahın ilk ışıklarıyla o harf yerine konmuş olur.” Her yer olağanüstü düzenli ve temiz; insanın gözünü tırmalayan en ufak bir sakillik yok. Bu kadarı da fazla!
Kuzey ışıkları günbegün uzarken sokaktaki İsveçli’nin yüzü de canlanıyor. Yakında beyaz geceler başlayacak; bütün yılı kış karanlığının çökkün havasında geçiren insanlar açık hava kahvelerine hücum edecek. Uzun kış akşamlarında bir hayalet gibi sokakları dolaşan vatandaşlar, yılda sadece iki ay ele geçirdikleri bir hazine olan güneşi, her zerresini hücrelerine çekmek istercesine, coşkuyla selamlayacaklar. Ama güneş saklambaç oynamaya niyetlenirse, insan hayaletleri kaldırım taşlarına yapışacak demektir. “İki ay güneş görmek için on ay kışa katlanır gibiyiz” diyor bir dostum, “ama beklenen yaz azıcık geciksin, sen depresyonu o zaman seyret!”
Şehrin her tarafını dolaşan bu intizam isterisi bizim gibi kaos üzere yaşamaya alışan insanları bayıltır. Her şeyin bu kadar okunaklı, bu kadar sürprize kapalı, bu kadar öngörülebilir olduğu bir yerde yaşamak; hayatın şaşırtıcı darbeleri karşısında ayakta durmayı milli bir spor sayan biz Türkler için bunaltıcı olabilir. Evet İsveç emeklilik günleri için ideal bir ülke; ama demir tavında, Türkün ruhu hayatın travmasında dövülür! Acıya çalmamış bir ruhu ne yüceltebilir?
Tabii yine de içimde ‘beldeler, kaşaneler’ gören bir Doğulu’nun onulmaz kıskançlığı var. Yani şu simetromani, şu düzen hastalığı bir salgın haline gelip de hiç olmazsa İstanbul sırtlarına kadar sokulamaz mı idi? “Kuzeyin Venedik’i” olan bu şehir, su ve tabiatın bu tablovari buluşması zihnimi hep o can acıtan soruya duçar ediyor: Biz neden şehirlerimizi harab ettik? Tarih sokaklarımızda neden yaşamadı? Yahya Kemal üstadın söylediği gibi “kör kazma”ya olan merakımız neden dinmek bilmedi?
Şehrin ilginç mekanlarından birisi olan Modern Müze yenilikçi sanat ürünlerine ev sahipliği yapıyor. Türkiye’den bir arkadaşımın “mutlaka git, eşsiz manzaralı kafesinde bir kahve yudumla” dediği bu müzeden kendimi alamıyorum. Kendimi o kadar kaptırmışım ki, dönüş uçağına zar zor yetişiyorum. Bu, neredeyse ansiklopedik müze, modern sanatın ruhunu biraz olsun kavramamı sağlıyor.
Buraya bir konuşma yapmak üzere geldim. Yaklaşık elli kadar dinleyiciye İsveçli tıp tarihi profesörü ve yazar Karin Johanisson’la birlikte konuştuk. O, Batı’da hastalık algılarında meydana gelen değişimleri anlattı, ben de sufî geleneğinde ruh ve bedeni. Dinleyiciler yaklaşık 100 avro ödeyerek bu iki konuşmayı dinlediler. Hekim, psikolog, psikiyatr, sosyal çalışmacı gibi değişik disiplinin insanları bir konsere veya bir tiyatro gösterisine ödeyebilecekleri bir meblağı iki bilimsel tebliğ için verdiler. Burada önemli olan, meblağdan çok bir düşünsel etkinliğe kıymet izafe edilmesi. Kıymet verilmek nefsime hoş gelse de, yine kıskançlığım tuttu! “Niye bizde yok” diye hayıflandım. Ne de olsa gövdemin üzerinde bir ‘şark kafası’ taşımıyor muyum efendim?
‘Öteki’ kurgusu, dünyanın farklı coğrafyalarında dolaştıkça zihnimde daha muğlak bir hale bürünüyor. Biz buralara gelip de kendi hikâyelerimizi ilk elden anlatmazsak, birileri vantrilok gibi bizim ağzımızdan konuşuyor. Bizim derdimizi, bizi biz kılan dinamikleri Avrupa’nın ta içlerine sokularak anlatabilmeliyiz. İnsanın olduğu her yerde sizin hikâyenizi dinlemeye hazır bir yürek mutlaka vardır. Burada sayıları yüz bini bulan ve kahir ekseriyeti Konya’nın Kulu kazasından olan Türk nüfus neredeyse dilsiz, yazılı kültürle ünsiyeti olmayan, adeta ‘zamanda donmuş kalmış’, göçmenliğin getirdiği bütün acıyı ve içine kapanmayı yaşayan bir toplum. Neden bizim insanımız gittiği ülkelerde hayata eklemlenmiyor, oranın kültürel atmosferine bir ses, bir renk getirmiyor, o bölgenin insanına ‘kebap’tan özge bir tat sunmuyor? Galiba yazıyla aramızdaki o mesafeden.
Sofie ve eşi Bjorn (Bu arada bu isim ayı anlamına geliyor ve Vikingler için çok olumlu tedailer taşıyor) beni Stockholm Camii’ne de götürüyorlar. Çok kibar bir Faslı bize camiyi gezdiriyor. Kululu çat pat Türkçe konuşan 16 yaşındaki Deniz hoşamedi ediyor, İsveçli bir ana ve müteveffa Türk bir babanın oğlu burada Kur’an öğreniyor. Dostlarım Stockholm’un göbeğinde böyle güzel bir camii olmasından çok hoşnutlar, bundan gurur duyduklarını belli ediyorlar. Öte yanda kiliselere devam eden insan neredeyse yok denecek kadar az. İsveç diğer Avrupa ülkelerinin aksine ırkçılığa pek prim vermemiş. Cami cemaati de kralın camiyi ziyarete gelmiş olmasını övünçle anlatıyor. İnsanın sözünü duymak için insan gerek. ‘Ben’ anlaşılmak için ‘biz’e ihtiyaç duyar. Dünyayı çatışmacı bir düzlemde tanımlamak isteyen kuramcılar kaba kuvveti meşrulaştırıyor ve insanın en temel ihtiyacı olan işitilmek ve anlaşılmak ihtiyacını dinamitliyor. Uygarlıkların bir arada yaşamak, birbirlerinden öğrenerek gelişmek gibi bir seçenekleri de var.
Milletin aydınları yepyeni bir alp eren ruhuyla şimdi karış karış Avrupa’yı dolaşmalı. Kuzey ışıkları onların ruhundan saçılan ışıkla gürbüzleşmeli. İnsan ilişkilerinde, maneviyatta, iç yaşantısında yoksul, ama eşyadan yana zengin Avrupa’ya bizim topraklarımızın da söyleyeceği bir çift söz, çıkınından sunacağı bir azık, dertli ruhundan dokuduğu bir tutam ecza var. Niyazı-i Mısrî gibi söylersek: “Ey Niyazi katremiz deryaya saldık biz bugün / Katre nice anlasın umman olan anlar bizi”.
Paylaş
Tavsiye Et