“YİNE bir trafik ışığında arabamın yanına sokulan bir çocuk” diye başladı genç doktor hanım anlatmaya; “mendil satmak istiyordu. Hep yaptığım gibi, onu da boş çevirmedim. Mendilin ederinin üzerinde bir parayı eline tutuşturarak, başımı yeniden trafik ışığına çevirdim. O sırada çelimsiz bir ses duydum. “Teşekkür ederim.” Gözlerimi ona döndürdüğümde, bütün bu zaman zarfında onun gözlerine hiç bakmadığımı fark ettim. Utandım. Parayı verip gidecek, ona, onun o çocuk kalbine hiç değmeden hayatıma devam edecektim. Gözlerine baktığımda yağmurdan sırılsıklam ıslanmış, üşümüş, çaresiz, korunası bir çocuk gördüm. “Teşekkür ederim” diyen bir çocuk. Ondan bir teşekkür beklemiyor muydum? Onu göz teması kuracak kadar önemsememiş miydim? Bu çocukları nasıl görmezden geldiğime, geldiğimize utandım, ağladım.”
Bu öyküyü bana anlatan doktor hanım, gündelik hayatın koşturmacası içinde giderek körelen bir haslete dikkat çekiyor. Empati; başkalarının inanç, arzu ve özellikle duygularını onlara kendi inançlarımızı telkin etmeden anlayabilmek, başkalarının iç dünyalarını okuyabilmek anlamına geliyor. Yani ötekini duymak, ötekinin acısını ruhunda hissetmek, hemhâl olmak. Dinleme ve empati, diğer insanlarla ilişki kurma yolunda önemli meziyetler. Dinlemek karşıdaki kişinin sözcüklerini duymaktan daha öte bir şey, o kişinin vermek istediği mesajı, içinde bulunduğu durumu ve duygularını gerçekten anlamak ve kabul etmek anlamına geliyor. Amerikan yerlileri buna “başkasının ayakkabıları içinde bir mil yürümek” diyorlar. Empati, bir başka yazar tarafından, “bir kişinin kendisini duygu ve düşüncelerinden soyutlayarak bir başkasının inançlarının, arzularının ve özellikle duygularının farkına varabilme ve onları anlayabilme yeteneği” olarak tanımlanıyor. Empati genellikle iki boyutlu bir olgu olarak ele alınıyor. Bilişsel boyut, yani empatik kişi karşısındakinin neler hissettiğini anlayabilmelidir ve duygusal boyut, yani kişi karşısındakiyle duygusal bir paylaşım içine girebilmelidir. Bazı kaynaklara göre empatinin, bu iki boyutu dışında bir başka gereği de kişinin duygularını anladığını ve paylaştığını karşısındakine gösterebilmesidir. O halde, sonuç itibariyle, “empati, bir başka kişinin algılarını ve duygularını farkına vararak anlayabilme ve bunu kabul edilebilir bir şekilde karşısındakine ifade edebilme yeteneğidir.”
Empati kurmak, sosyal ilişkilerde birçok kolaylık sağlar. Empati ile karşımızdaki insanı anladığımızı, ona önem verdiğimizi, onun derdiyle dertlendiğimizi hissettirir ve böylece bir iletişim kurarız. Empatiyle sorunlar daha kolay dile getirilir ve böylece daha çabuk ve kolay çözümler üretilir. Daha yakın, anlamlı ve bir diğerine yardımı dokunan arkadaşlıklar oluşur. Empati kurabilmek için gerekli olan kendini başka birinin yerine koyabilme yeteneği, kişiliğin gelişimiyle güçlense de, bu yeteneğin doğuştan geldiğine inanılmaktadır. Başkalarının duygularını anlayabilme kapasitesi küçükken gelişmeye başlayan taklit yeteneğiyle yakından ilişkilidir. Küçücük bebekler bir başka bebeğin ağlaması durumunda hemen huzursuzlanır ve ağlamaya başlarlar. İnsan doğuştan, belli vücut ve yüz hareketlerini belli duygularla ilişkilendirmeye eğilimlidir. İki yaşında normal gelişimi içinde seyreden bir çocuk empati kurabilmek için gerekli davranışları sergilemeye ve bir başkasının duygularına duygusal olarak karşılık verebilmeye başlar. Empati erken yaşlarda ortaya çıkan ve gelişen bir yetenek olduğu için ailenin çocuğu yetiştirme tarzı da empati gelişimine doğrudan tesir eder. Çocuk bu yeteneği hayatın ilk aylarında anne ve babanın ‘aynalama’ dediğimiz duygusal ayarı yakalamasıyla sağlar. Bu ayar, bebek üzgün olduğunda ona bakım veren kişilerinde üzgün, o sevinçli olduğunda bakım veren kişilerin de sevinçli olması anlamına gelir. Böylece çocuk anne ve babanın yüzünden kendi duygularını okumayı, ona bakım veren kişileri bir ayna gibi kullanmayı öğrenir.
Çocukların ahlakî yargılamalarının gelişimi bir süre birincil veya ilkel düzeyde kalmaktadır. Buna göre çocuk, kendiliğinden düşen ve canı yanan kardeşi için üzülebilirken, kardeşiyle bir oyuncak tartışmasına girdiğinde, hak ettiğini öne sürerek ona vurabilir. Dolayısıyla, çocukların zarar verici davranışları genelde diğer çocukların onların kendi isteklerini yerine getirmemiş olmasına bağlı olarak ortaya çıkar. Buna rağmen çocukların ve yetişkinlerin davranışları kimileyin egosantrik (ben-merkezci) düşüncelere bağlı olarak oluşur. Yargılama ve cezalandırma arzusu, güç elde etme isteği, kendini ‘doğru’ olarak tanımlama çabası birden öne geçer. Bu noktada kişi, çatışmanın muhtemel sebeplerini bulmaya çalışmak yerine, öfkelenmesine ve kinlenmesine sebep olan kendi doğrularının peşinden gider. Kendisini inciten veya üzen kişiyi ne pahasına olursa olsun cezalandırmak gerektiğini düşünür. Türkiye’de siyaset sahnesine baktığımızda bu ben-merkezci ve çocuksu düşüncenin ayak izlerini görüyoruz. Bu topraklardaki vatan haini bolluğu başka neyle izah edilebilir? “Sen benim oyuncağımı aldın ve bunu hak ettin!” tarzında ilkel ve çocuksu düşüncelerle elbette!
Empati, bir dünya görüşünü paylaştığımız veya ilgi duyduğumuz, yârenlik ettiğimiz insanlarla etkileşim halindeyken kendiliğinden gelişebilir; fakat bizden farklı olarak değerlendirdiğimiz insanlarla bir aradayken empati kurmak daha zordur. Genel olarak, kişi kendi kontrolü dışındaki olaylar nedeniyle üzüntü yaşıyorsa ona empati gösterme eğilimimiz artar. Ancak, zararlı bir sonuçtan kişiyi sorumlu tutuyorsak, o zaman karakter ve ahlakını kusurlu olarak tanımlayabiliriz. Empati, öfke duyduğumuz ve kendimize hasım bellediğimiz kişi ve gruplara karşı yaşamakta zorlandığımız bir duygu. Türkiye’de bunun örneklerini sıkça görüyoruz. Görünmez bir el, güzel ülkemizi birbirine asla merhametle bakmayan düşünce kamplarına bölüyor. Bu kamplarda yaşayanlar diğerlerinin sakinlerine tereddüt ve öfkeyle bakıyor; ötekini anlamayı ve dinlemeyi hiç düşünmüyorlar. Halbuki erdem, senden olana değil, senden olmayana gösterdiğin anlayış ve empatide yatar. Cesaret ise, kendisini savunamayanları savunabilmektir. Dilsizlerin dili olabilmek, davalarına hiç inanmasan bile insanlığın, ahlakın ve adaletin ilkeleri adına onların da söz söyleyebilmesini sağlaman demektir. Ancak empatiyle, hemhal oluşla, kalbini diğerine bitiştirmek suretiyle seni öldürmeye gelen sende dirilir. Bu topraklar bu geleneği havidir.
İnsan ruhunun kasvetli bir koridora açılan bir penceresi olduğu gibi, şefkat ve merhametin ışıklı koridorlarına açılan bir penceresi de var. Basında yer alan haberler, insan doğasının karanlık tarafını temsil eden zalimlik, cinayet, hırsızlık, savaş gibi kötücül eylemleri daha fazla bildirirler. Aslında insanların özünde, saldırganca duygulardan belki daha fazla olarak, fedakârlık ve diğerkâmlık yeteneği mevcuttur. Bunun için anlayış ve empatiye hayatlarımızda daha fazla yer ayırmamız gerekiyor.
Empati, yinelemek pahasına söyleyelim, başka insanların acılarını, ıstırap ve sıkıntılarını anlayabilmek, hissedebilmek ve onları anlayıp hissettiğimizi onlara da duyurabilmek demek. “Başkasının acısı benim acımdır” diyebilen insanlar daha yardımsever ve diğerkâm olurlar. Ahlakın kökleri de empati duygusunda yatar; acı, tehlike ve yoksunluğun yarattığı muhtemel kurbanlara eşduyum gösterebilen insanlar, acıyı sadece kendi bölgelerinden değil, insanlığın yanından ve yöresinden kovmak ister.
Aliya İzzetbegoviç, Tarihe Tanıklığım adlı kitabında şöyle yazar: “Kurbana duyulan sempati, düşünme yetisinde bulunabilecek bir şey değildir; o ancak ruhta, yani ‘bu dünyaya ait olmayan’ bir ilkede bulunabilir… Ne denli yoğun olursa olsun hiçbir akıl yürütme, düşünme ve basiret, adalet ve hakikat uğruna feda edilmiş bir hayata ilişkin tek bir örneği bile açıklamaya, meşrulaştırmaya yetmez”. Bu sözler uzun zamandır zihnimi tırmalıyor. Hodbinliğin salgın boyutuna vardığı bir zamanda, başka insanların yararı için kendi çıkarlarını feda eden, doğruluk ve hakikat için, özgürlüğün ve adaletin türkülerini söyleyebilmek için kendilerini feda eden insanları nasıl açıklayacağız? Onları esinleyen şey nedir? Hangi psikolojik dürtü veya düzenek ‘bu çağın soyluları’nı diğerlerinden ayırıyor?
İnsan doğasına ilişkin karamsar bir görüşü inatla koruyanlar, diğerkâm kişinin evrendeki temel dürtü olan organizmanın kendi öz çıkarlarını kovalama ilkesine aykırı hareket ettiğini, cömert bir edim gibi görünen şeyin aslında size başkalarının yardım etmesini sağlamaya dönük bir hareket olduğunu dile getiriyorlar. Şüpheciler der ki, başkalarına yardım ederiz çünkü etmezsek hissedeceğimiz utanç ve suçluluğu bu eylemle gidermek isteriz veya kendi kendimize daha fazla saygı duymak için, insanlar tarafından hayırsever ve iyi birisi olarak tanınmak için yardım ederiz.
Oysa kimsenin görmediği, göremeyeceği, görülse, övülmek bir kenara sert bir biçimde cezalandırılacak yardımlar vardır. İnsanlık bu kabîl kahramanlık edimlerine savaş ve buhran zamanlarında tanıklık eder. Nazi soykırımından Yahudileri kurtaran insanlar üzerinde yapılan ruhbilimsel bir çalışma, kurtarıcıları fevkalâde empatik kişiler olarak tanımlıyor. Bu insanlar başka varlıkların acı çektiklerini görmek istemiyor ve hemen o acıyı dindirecek bir şeyler yapmaya soyunuyorlar. Başkasının çaresizlik ve keder içinde oluşu onlarda empati uyandırıyor; ‘başkalarının kederli olduğu bir dünyada ben mutlu olamam’ düşüncesi onları eyleme geçiriyor.
Yakın zamanlı bazı çalışmalar, başka insanların iyiliğini düşünmenin insan doğasında var olduğunu bize gösteriyor. Diğerkâmlık, sıradan insanlığımızla onu aşan ‘meleksi’ tarafımızın arasında bir yerde, maneviyat ile bilimin birbiriyle kapıştığı bir alanda duruyor. Manevî disiplinler insanın ahlaken evrilebilir, mükemmele doğru gidebilir bir varlık olduğunu söylerken; bilim insana diğer varlıkların arasında daha kutsal, daha özgül bir rol biçmiyor.
Çağımız narsisizm ile diğerkâmlığın savaşına tanıklık ediyor. Narsisistik düşünce içindeki grup ve kişiler kendi gruplarının seçilmişliğine, üstünlüğüne ve dışarıda kalanların potansiyel düşmanlar olduğuna inanırken; diğerkâm oluşumlar bütün insanların eşit ve değerli olduğuna ve dışarıda kalanların potansiyel dost olduğuna inanıyor. Narsisist grubumuzun hak ve iddiaları öncelik taşır, grubumuzun dışında kalanların hayatları kolayca harcanabilir, “grubumuzdaki insanlara yardım edersem daha iyi bir insan olurum” derken; diğerkâm hiçbir grubun öncelikli bir iddiasının olamayacağını, bütün hayatların kutsal olduğunu ve grubun dışında kalanlara yardım etmenin kendisini daha iyi bir insan yapacağını düşünüyor. Kendimize hangi tarafta olduğumuz sorusunu sıklıkla sormamız gerekiyor. Dünyadaki narsisizmi ve zalimane ilişkileri çoğaltan, orada merhamet ve diğerkâmlığa yer bırakmayan, her şeyi reel politik ve piyasa şartlarıyla izah eden bir tarafta mıyız, yoksa Hz. İbrahim’e su taşıyan karınca ile mi saf tutuyoruz? Hani o, kendisine “senin taşıdığın sudan ne olacak?” diyenlere, “hiç olmazsa safım bilinsin” diyen mübarek karınca. Kırk yıllık hayatımda benim öğrendiğim bir şey varsa o da “şu dünya görüşüne mensubum” demenin insanı zalimlikten temize çıkarmadığıdır. İnsan kolaylıkla her şeyi meşrulaştırabilen, çocukça bir kıskançlıkla çıkarlarını kovalayan, her edimini rasyonalize edebilen bir varlık. Her birimizin rütbe-i aklı ve tuttuğumuz taraf, söylediklerimizde değil eserlerimizde görünüyor; eserlerimizde yani hayatlarımızda. Bu kez Hz. İbrahim değil, koca bir dünya ateşlerle kuşatılmış durumda. Hakikate sadakat, ancak tuttuğumuz tarafın belli olmasıyla mümkün.
Paylaş
Tavsiye Et