TÜRK muhafazakârlığını ele almak, başlangıç noktasını tespitten tutun da diğer akımlarla arasındaki muğlak sınırı çizmeye kadar açıklanmaya muhtaç birçok problemle boğuşmak anlamına gelir. Yaygın kanaat, Türk muhafazakârlığının Cumhuriyet İnkılâbı’nın yarattığı kırılmaların bir sonucu olduğudur. Bunun, muhafazakârlığın Cumhuriyetten önce memleketimize uğramadığı anlamına geleceği ise açıktır.
Cumhuriyet’in Osmanlı’dan ciddi kopuşlar içerdiği muhakkak. Fakat kopuşlardan daha çok belli sürekliliklerden de söz edilebilir. Dolayısıyla, yeniye ve yeninin kurulma tarzına karşı eski olana atıfla gerçekleştirilen düşünsel-pratik direniş anlamında bir Türk muhafazakârlığından bahsedilecekse eğer, kırılma noktası olarak batılılaşma serüvenimizin başlangıcını almak en sağlıklı tarihleme olacaktır. Herkesin malumu olduğu üzere, Osmanlı Devleti 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başı itibariyle, mevcut düzenini sorgulama ve değiştirme çabasına girdi. Bu çaba, aynı zamanda, Kanun-ı Kadim ve Nizam-ı Cedid taraftarları şeklinde kabaca tasnif edebileceğimiz bir karşıtlığı da beraberinde getirdi. Bu ayrışma; sonraki tarihlerde artarak devam etti ve III. Selim’in çekingen padişahlık dönemini müteakip, -gavur padişah- II. Mahmut döneminde Nizam-ı Cedid taraftarlarının kesin hakimiyetiyle neticelendi. Batılılaşmanın taraflar üstü bir devlet politikası olarak kabullenilmesine karşın, yeniyekarşıt siyaset ve düşünceler, batılılaşmanın hızı ve biçimi konusunda belli farklılıkları üretmek şeklinde yeni biçimler ve söylemler kazanarak varlığını devam ettirdi. İki kesim arasındaki mücadele, o günden beri ve devlet-millet çelişkisi biçiminde devam etmektedir. Bu süreç, aynı zamanda, Türk muhafazakârlarının, söz konusu yeninin bütünüyle bir kurtuluş olmadığına dair düşüncelerini ve bu kurtuluş olduğu iddia edilen uygulamaların gerçekleştirilme tarzına yönelik eleştirel yaklaşımlarını dayandırdıkları zemini de bize sunmaktadır. Bu anlamda, Cumhuriyet öncesi dönemin muhafazakârları, Cumhuriyet döneminde karşımıza çıkan muhafazakârlıktan, -devletin sonuna gelindiğinde epeyce bir farklılık kazanmış olmalarına karşın- referans noktalarını doğrudan doğruya yerli geleneğin kendisinden almaları itibariyle farklılaşırlar.
Bu noktada, Türk muhafazakârlığını, tüm bu geniş zaman dilimi içinde hiç değişmeden kalan bir şey olarak düşünmek yanıltıcı olacaktır. Herkesin malumu, muhafazakârlığın değişime ilişkin tavrı, onu diğer ideolojilerden farklılaştıran en temel özelliklerinden biridir. Bu noktada muhafazakârlık için önemli olan, değişimin geçerliliğinin hayat önünde sınanmasıdır. Başka bir deyişle, bir şeyin meşruiyetini akıl değil; toplum/tarih/hayat sağlar. O nedenle muhafazakârlar; bugün toplumun bütünlüğüne zarar vereceği düşüncesiyle reddettikleri bir uygulamayı, daha sonraki bir tarihte - o uygulama toplum tarafından toplumun bir parçası olarak benimsenmesi koşuluyla- rahatlıkla savunabilirler. Tarihimizde fes ve şapka devrimi örneklerinde yaşananlar bu durumu yeterince açıklayıcıdır.
Türkiye’de muhafazakârlık konusu ele alınırken, Cumhuriyet dönemi uygulamalarının derin bir kırılma noktası oluşturduğuna ilişkin genel bir kanaat vardır. Belli ölçüde haklılığı da olan bir kanaattir bu. Ancak -kökeni ve sonraki dönemde gerçekleştirmeye çalıştığı toplum, siyaset ve kültür modeli itibariyle- Cumhuriyet projesi, sanılandan çok daha yoğun muhafazakâr öğeler barındırmaktadır. Cumhuriyetin dindar bir proje olduğunu söylemiyoruz elbette. Söz konusu olan, farklı ve yeni meşruiyet kaynaklarına atıfla kurulmak istenen bir muhafazakâr modeldir. Ancak, inkılâpların gerçekleştirilme tarzından ya da pozitivizm vurgusundan hareketle, Cumhuriyeti köklü bir kırılma olarak almak ciddi yanılgılara sebebiyet verir. Bu tavır; muhafazakârlığın Avrupa’daki farklı serüvenlerini görmezden gelmekte, muhafazakârlığı pozitivizmle köklü bir karşıtlık içerisinde görmekte ve daha da önemlisi, Tanzimat sonrası Osmanlı siyasal ve entelektüel hayatının Cumhuriyet dönemindeki etkisini dikkate almamaktadır.
Cumhuriyet dönemi Türk muhafazakârları olarak adları sayılan İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Mustafa Şekip Tunç, Fuat Köprülü, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Peyami Safa, Ahmet Kabaklı vb. gibi isimlerin gelip dayandıkları yerin Ziya Gökalp olması çok manidardır. Bu, öncelikle, Gökalp ile muhafazakârlar arasında köklü bir karşıtlık olduğu iddiasını geçersiz kılmaktadır. İkinci olarak da, -Gökalp’in önerdiği çerçevenin Cumhuriyet dönemindeki etkisi nedeniyle- Cumhuriyet ile muhafazakârlar arasında köklü bir karşıtlığın olduğuna dair iddiayı da tartışmalı hale getirmektedir.
Bu anlamda, Cumhuriyet dönemi Türk muhafazakârlığının farklı renklerini birbirinden ayırmak bir gerekliliktir. Dinî referansları baskın bir muhafazakârlıktan, milliyetçi ya da laik karakteri daha fazla öne çıkan bir muhafazakârlığa doğru değişen ve kimi zaman flulaşan, kimi zaman ise daha da belirginleşen bir farklılıklar manzumesidir sözünü ettiğimiz. O nedenle, faşizme ya da ırkçılığa daha yakın bir özellik gösteren Fındıkoğlu’nu, liberalizme daha da bir yaklaşan Ağaoğlu’nu ve muhafazakârlıktan ziyade İslamcılığa daha yakın bir çizgide duran Necip Fazıl Kısakürek ya da Nurettin Topçu gibi isimleri aynı muhafazakârlık tanımı içerisine tıkıştırmak belli zorlukları da beraberinde getirecektir.
Cumhuriyet dönemi muhafazakârları, sanıldığı gibi, Cumhuriyetin modernleşme politikalarına köklü bir karşıtlık içerisinde de değildirler. Bu anlamda, -birçok Cumhuriyet muhafazakârının serüveninden hareketle- onların yapmaya çalıştıkları şey, mevcut modernleşme politikalarını muhafazakârlıkla zenginleştirme ya da renklendirme çabası olarak adlandırılabilir. Dolayısıyla, Türkiye’deki muhafazakârlığı gerçek derinliğiyle kavrayabilmek için, kavramsal tutarlılıkları sorgulayıcı tartışmaların yanı sıra, söz konusu dönemin iktidar mücadelelerini ve mezkûr kişilerin bu mücadeledeki yerlerini de dikkate alan değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Zira, Bergson, Le Play gibi Batılı filozof ve sosyal bilimcilerin kavram ve şemalarını Türkiye koşullarına uyarlayan Cumhuriyet muhafazakârları, hayatlarının belli dönemlerinde, devlet aklı ile hareket etme niyetiyle olsa gerek, düşünsel tutarlılıklarını paranteze almışlardır. Bu paranteze alma işi, nihayetinde, Türk muhafazakârlığının zengin fakat bir o kadar da muğlak, çelişkili ve kaypak yapısının oluşumunda belirleyici olmuş gözüküyor.
Paylaş
Tavsiye Et