Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2005) > Dosya > Türkiye’de muhafazakârların teoriye ihtiyaçları var mı?
Dosya
Türkiye’de muhafazakârların teoriye ihtiyaçları var mı?
Bekir Berat Özipek
BİR siyasî ideoloji olarak muhafazakârlığı rakiplerinden ayıran en önemli özelliklerden biri de, onun siyasete biçtiği roldür. Muhafazakârlar, siyasetin sınırlı bir faaliyet alanı olmasından yanadırlar; hızlı veya radikal bir değişim öngören siyasî teorilere sıcak bakmazlar ve bu yüzden, Oakeshott’un ifadesiyle, “ideolojik siyaset”e karşıdırlar. Ancak muhafazakârların bu yaklaşımı, onların teorik düşünce ve eylemden tamamen kopuk biçimde, sadece el yordamıyla siyaset yaptıkları anlamına gelmez. Aksine onlar, siyasete rehberlik etmesi gereken üstün ahlakî, dinî veya hayatın testinden geçmiş “sağlam” prensiplerin gerekliliğine inanırlar. Bu anlamda onların karşı oldukları, teorinin kendisi değil; tarihten, toplumdan ve tecrübeden bağımsız biçimde tespit edilen bir teoriyi temel alıp bireyi ve toplumu o teori doğrultusunda dönüştürmeyi öngören siyaset anlayışıdır ve aslında bu da bir teoridir. Kısacası ana akım muhafazakârlık, önce dört başı mamur bir teori oluşturup sonra hayatı zorla onun içine oturtmaya çalışan ve en somut örneklerini sağ ve sol totaliter rejimlerde gördüğümüz türden teorilere karşı olan, ama genellikle pragmatik bir siyasetle el ele yürüyen teorileri temel alan yumuşak bir ideolojidir; bu türden bir siyasî teoriyi temel alır ve muhafazakâr hükümetler de genellikle bu çerçevede programlar üretip uygularlar.
AK Parti kurulduğunda, onu destekleyen veya desteklemeyen, ama liberalizmin, sosyalizmin ve muhafazakârlığın evrensel anlamıyla varolmasını önemseyen pek çok kişi, bu partinin kendisi için seçtiği muhafazakâr adını ilgiyle karşılamıştı. İlk defa bir ideolojiyi siyaset felsefesindeki anlamıyla ve adını koyarak taşıyan bir parti kuruluyordu. Gerçekten de muhafazakârlığın “sağ” partiler içindeki bir akım olarak mevcut olduğu, sosyal demokrasinin ise aslında özü itibarıyla Suriye ve eski Irak’taki Baas partileriyle aynı çizgide olan CHP tarafından temsil edildiği (yani sahipsiz kaldığı) bir ülkede bu adım önemliydi. Seçtikleri bu yeni siyasî kimliğe muhteva kazandırmak istiyorlardı ve bu amaçla bir uluslararası sempozyum da düzenlediler. Bu sempozyumda kendi kavramsallaştırmalarıyla “muhafazakâr demokrasi”yi de tartışmaya açtılar. Ama gerisi gelmedi. Bu parti bugün de, en temel konularda izlediği siyasetle seçtiği yeni kimlik/siyasî teori (muhafazakârlık) arasında herhangi bir bağ kurmaya ve bunu kamuyla paylaşmaya yönelik fikirler geliştirmedi, geliştirmiyor. AB sürecinde siyasî liberalleşmeye ve demokratikleşmeye ilişkin pek çok adımın AK Parti Hükümeti eliyle atıldığı doğrudur; ancak öngörülen bütünleşmenin gereklerini başarıyla uygulamak, söz konusu uygulamaların partinin fikirleriyle uyumlu olduğunu düşündürse bile, bu durum muhafazakâr bir siyasî teorinin -en azından genel çizgileriyle- somutlaştırılmasının gerekliliğini ortadan kaldırmıyor. Örneğin, muhafazakârlık Kürt sorunu konusunda neyi öngörür ve bunun izlenen siyasetle ilişkisi nasıl kurulabilir? Sıkça tekrarlanan “biz etnik, dinî ve bölgesel milliyetçiliğe karşıyız” sloganı, alternatifin ne olduğunu açıklamaya yetmiyor. Muhafazakâr bir partinin bu soruna sadece “terör sorunu” olarak bakması mümkün olamayacağına göre, muhafazakârlar milliyetçilerden veya müesses nizamdan farklı olarak Kürtleri de kapsayıcı olan ne tür bir yaklaşıma sahiptirler? Bu konuda bir gün birileri konuşacak mı, yoksa din ve vicdan özgürlüğü konusunda olduğu gibi bu konuda da fikirler ve icraatlar belirsiz bir “ileri”ye mi erteleniyor?
AK Partililerin teori meselesini konuşmayı ertelemelerinin, seçtikleri ideolojinin içini doldurmaya çalışmamalarının başlıca iki sebebi olabilir. Öncelikle, bu partinin kendi ürettiği “muhafazakâr demokrasi” kavramının ilk kez, o da kısmen tartışıldığı söz konusu sempozyumdaki olumsuz tepkiler cesaretlerini kırmış olabilir. Gerçekten de o toplantıdaki eleştiriler pek teşvik edici sayılmazdı. Kavramı eleştiren birçok katılımcıya göre, siyaset literatüründe böyle bir kavram yoktu; “muhafazakâr demokrat” olabilirdi ama “muhafazakâr demokrasi” olmazdı; zaten böyle bir demokrasi türü de mevcut değildi. Oysa bu eleştiriler tamamen haklı sayılmazdı. Sondan başlarsak, aslında AK Partililer zaten bunu bir demokrasi türü olarak değil, kendi ideolojilerini ifade etmek için kullanıyorlardı. Nitekim sosyal demokrasi de aslında bir demokrasi türü değil, bir ideolojiydi. Muhafazakâr demokrasi; doğrudan demokrasi veya temsilî demokrasi gibi bir demokrasi türü anlamında ele alınmayıp, sadece bu yeni muhafazakâr siyasî aktörü, yani AK Parti’yi demokrat olmayan muhafazakârlardan ayırmaya elverişli olduğu için tercih edilmiş olabilirdi. Dahası, herhangi bir kavramı kullanmak için önce onun Batı’da üretilip tescillenmesi gerekmezdi ve pekala kendileri de üretebilirlerdi. Oysa sempozyumun sınırlılıkları içinde bunların çoğu dile getirilemedi ve hatta “muhafazakârlıkla demokrasi bağdaşmaz” diyen bir katılımcının olağanüstü yanlış yargısı bile cevap bulmadı. Kısacası muhafazakâr demokratların bilgi ve özgüven eksikliğinin hissedildiği bu ilk girişimin ardı gelmedi.
İkinci sebep ise Türkiye’deki genel bir sorunun yansımasıyla, fikirlerin gücüne ve önemine duyulan inancın zayıflığıyla ve fikirlerden bağımsız olarak siyasete yüklenen amaçlarla ilgili olabilir. (Bunu, genel seçimlerden önce muhafazakârlık konusunda çalıştığımı haber alarak benimle görüşen bir siyasetçiyle yaptığım konuşmada fark etmiştim. Ona bir siyasî parti için fikirlerin önemli olduğunu, dolayısıyla siyasî ideolojilerinin netleştirilmesi gerektiğini anlattığımda, bunu seçimlerden sonra ele alabileceklerini söylemişti. Oysa yapılması gereken tam tersi olmalıydı. Türkiye’nin hararetli gündeminde bundan öncelikli başka meselelerin olduğunu düşünüyor olmalıydı ve muhtemelen bu yaklaşım onun kişisel fikri değildi).
“Fikirsiz siyaset”in zararlarından hemen herkesin söz ettiği bir ülkede bu ihtiyaç Türkiyeli muhafazakârlar için ilave bir öneme sahip olmalıdır. Son tahlilde sosyo-politik işlevi “seçkin” vatandaşlarımızın verili ayrıcalıklarını korumak olan bir CHP’nin olağanüstü sofistike bir teoriye ihtiyacı olmayabilir. Bu parti “çağdaşlık iyidir, türban kötüdür, eğitim şarttır” şeklinde karikatürize edilebilecek basmakalıp “fikir”lerle yetinebilir. Ama bir “çevre” partisi olması hasebiyle AK Parti’nin böyle bir lüksü olmamalıdır. Çünkü onlar, adeta kendi tercihleri olmaksızın, içinden geldikleri tarihsel ve sınıfsal aidiyetleri dolayısıyla statükonun doğal muhalifidir. Statükoyu dönüştürmek ise sadece pratik bir faaliyet olmayıp, onun teorisini de oluşturmayı zaruri kılar. Bu parti kurulduğunda muhafazakârlık Türkiye’de yeterince tanınan ve tartışılan başlı başına bir siyasî ideoloji olarak neredeyse mevcut olmadığından, teori eksikliği konusunda onları bir ölçüde mazur görmek mümkün; ama bu durum tabii ki onların sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor.

Paylaş Tavsiye Et