GÜNEY Afrika Devlet Başkanı Thabo Mbeki 1996 yılında “ben bir Afrikalıyım” başlıklı meşhur konuşmasını yaptığı zaman, amacı aslında kara kıtanın sömürgecilikle yazılmış tarihinde farklı bir safha açmak; Afrika Rönesansı’nı başlatmaktı. Zira tarih boyunca acımasız muamelelere maruz bırakılan, ancak olumlu ya da olumsuz, bir şekilde tarihin parçası olan kıta, bir anda dünya siyasetinden dışlanır hale gelmişti. Ne de olsa siyahın çirkinle özdeşleştirildiği Batı’da, ne kadar başarılı olursa olsun “siyah siyahtı” ve en nihayetinde dışarılıydı.
Afrika Rönesansı söylemi son yıllarda Afrika üzerine yapılan spekülasyonlarda sıkça kendinden söz ettirse de, aslında içi boş bir tamlamadan başka bir şey değil. İçeriğinin zamanla doldurulacağının farkında olan Rönesans destekçileri, ilk aşamada işin psikolojik ve sosyal kimlik boyutuyla ilgilenmekte ve bu çerçevede yeni bir atmosfer oluşturma peşindeler. Bu çerçeveden yola çıkarak, yazıda Afrika’nın bugün yüzleştiği, temel olmasa bile iki önemli sorundan bahsetmeye çalışacağız: Liderler jenerasyonu çatışması ve imaj sorunu.
Günümüz Afrika’sının temel dinamiklerini ortaya çıkarmanın yolu, Afrika’nın son elli yıldır yaşadığı tarihsel dönüşümün ana temalarını anlamaktan geçer. 1960’larla başlayan bağımsızlık hareketleri, Afrika’da yalnızca yeni devletlerin ortaya çıkmasına yol açmadı. Aynı zamanda yeni bir Afrika elitini de ortaya çıkardı. Bu elit, gerilla geçmişine sahip, hayatını daha çok sömürgeci güçlere karşı savaşarak geçirmiş bir nesildi. Bağımsızlıktan sonra, gerilla mücadelesinin liderleri, devlet başkanı olarak Afrika tarihindeki yerlerini aldılar. “İlk nesil liderler” olarak tanımlayabileceğimiz bu tür liderler, 1960’ların ruhuna uyum sağlamalarına rağmen, Afrika’nın bugün içinde bulunduğu sorunlara çözüm konusunda yetersiz kalıyor. 1960’larda Afrika’nın yüzleşmesi gereken temel sorunlar dış kaynaklı iken, şimdilerde ağırlıklı olarak iç dinamiklere bağlı. AIDS, iç savaşlar, ekonomik geri kalmışlık bunların başlıcaları.
Afrika’da bugün sorunların çözümü noktasında yaşanan isteksizlik ya da kargaşanın arkasındaki temel nokta liderler jenerasyonu çatışmasıdır. Sömürgeciliğe karşı mücadele ederek siyasî felsefesini kurmuş liderlerle, çağın ruhunu anlayıp ona göre yeni düzenlemeler yapılması gerektiğinin altını çizen liderler, perde arkasında bir güç mücadelesi içindeler. Bunlardan ilki, öncülüğünü Güney Afrika lideri Thabo Mbeki’nin yaptığı ve daha çok Afrika Rönesansı vizyonunu öne çıkaran yeni nesil liderler; diğeri de Zimbabve lideri Robert Mugabe’nin öncülüğündeki eski nesil liderler...
19. yüzyıl şartlarında Alman filozofu Hegel, Tarih Felsefesi adlı kitabında Afrika’yı, “tarihsiz ve geri kalmış bir ruh” olarak tanımlamaktaydı. Tarih boyunca Batı’da yapılan Afrika ile ilgili araştırmalar, onu genellikle bu çerçevede analiz eder. Hatta bu araştırmalar, yerli halkların tarihî ve sosyal nitelikleri üzerine değil, daha çok Afrika’daki Avrupalılar -ki bu kişiler misyonerlerden ticarî amaçla Afrika’ya gelenlere kadar çeşitli kesimleri kapsar- üzerine yoğunlaşır. Bugün Afrika’daki Avrupalılar üzerine yazılmış birçok tarih kitabı bulmak mümkünken, Afrika’nın yerel tarihi üzerine yapılan çalışmalar ancak son yıllarda artmaya başladı.
Mbeki’nin öncülüğünü yaptığı Afrika Rönesansı, yıllardır yanlış temsil edilen Afrika’nın imajını dönüştürmeyi veya en azından psikolojik olarak ona yeni bir bakış açısı getirmeyi hedefliyor. Bununla beraber Afrika Rönesansı’nın tek hedefi, kıtanın dünya çapındaki imajını düzeltmeye çalışmak değil; daha çok, Afrikalıların kendilerine dair algılarını yenilemek ve düzeltmek. Çünkü ortalama bir Afrikalının zihninde Afrika hep geri kalmış, problemler yumağı olan bir bölgedir. Hatta birçoğuna göre beyaz ırk temizliği, siyah ise kötülüğü temsil eder. Herhalde Mbeki’nin Afrika Rönesansı’nın uzun vadede en önemli getirisi, Batı’nın Afrika’ya oryantalist yaklaşımını düzeltmek ve yeni bir bilincin oluşmasına katkıda bulunmak olacak.
Yeni nesil liderlerin karşılaştığı ve Afrika’nın Batı’daki geri kalmışlık imajının kırılmasını zorlaştıran bir sorun da, kıtadaki eski nesil liderlerin Batı’nın bu bakışını besleyecek bir biçimde takip ettiği politikalardır. Zimbabve lideri Robert Mugabe’nin, sebepleri ne olursa olsun, halkının sıkıntılarını çözmekten çok, onları artırıcı politik uygulamaları bunun en dikkate değer misallerindendir. Buna, Libya lideri Kaddafi, Tanzanya lideri Benjamin Mkapa gibi isimler de eklenebilir. Özellikle Mbeki ve onun destekçilerinin G-8 ve uluslararası platformlarda başarılı bir şekilde sundukları ve ciddi oranda da başarı sağladıkları yeni Afrika Rönesansı imajı, kıtanın kendi içindeki ayrışmalar nedeniyle zedelenmekte ve etkisini yitirmekte. Bugün Afrika Birliği başta olmak üzere, bölgesel olarak kurulmuş beş örgütün hepsinde eski ve yeni nesil lider çatışmasını görmek mümkün. Dolayısıyla bu örgütler, en az 15 yıllık birer geçmişe sahip olmalarına rağmen, hâlâ bir konferanstan öteye geçemediler. Zira sekreteryaların yetkileri genellikle az olup, bölgenin çok boyutlu sorunlarına çözüm bulma konusunda örgütlerin yeterli elemanı da yok. Liderler de çoğunlukla kendilerini bağlayıcı kararlar almamakta ve mümkün olduğunca işi zamana yaymaktalar.
Her dönemin bir ruhu olduğunu kabul edersek; 21. yüzyılın Afrika için anlamı, Rönesans fikri çerçevesinde bir kurumsal dönüşümü gerçekleştirip ona katkıda bulunacak yeni lider tipini ortaya çıkarıp çıkaramamasında saklıdır. Dönemin ruhunu yakalayamayan toplumlar genellikle tarihin akışına katkı yapamaz; ancak marjinal bir tüketici olurlar. Bugün Afrika’daki sorunların perde arkasında ciddi bir liderler jenerasyonu çatışması var ve Afrika Rönesansı fikri bu çatışmanın merkezinde yer alıyor. Afrika Rönesansı fikri, eğer “Afrikalı lider ve aydın” tipini yetiştiremez ise, yeni nesil liderlerin sloganı olmaktan öteye geçemeyecektir.
Paylaş
Tavsiye Et