RENE Descartes “düşünüyorum o halde varım” dediğinde, klasik düşüncenin “kendini bil!” sorusunun yerine yeni bir soru ikame etmişti. Varoldukları konusunda tereddüt sahibi olmayan kadim bilgeler, insanın muhatap olduğu en temel sorunun “var mıyım?” değil, “ben kimim?” sorusu olduğunda ısrar ediyorlardı. Bu yüzden klasik düşünce, varlığın ispatı konusuna şöyle bir değinir ve yoluna devam eder.
“Var mıyım?” sorusuna karşılık, Sokrates’ın öğrencilerine sürekli hatırlattığı “kendini bil/tanı!” sözü, Eflatun’un da felsefesinin temel düsturu olacaktır. Bu noktada “ben kimim” sorusunun, klasik ve Ortaçağ düşüncesinin en temel sorusu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Mantıktan tarihe bütün ilimlerin nihaî amacı, bu soruya anlamlı ve tutarlı cevaplar bulmaktır. Mantık doğru düşünmenin ilmidir; çünkü insanın etrafındaki varlıkları anlamak için ihtiyaç duyduğu kavramlar arasında doğru ilişkiler kurması gerekir. Tarih insana nereden geldiğini, atalarının neler yaptığını ve dolayısıyla kendisinin nasıl davranması gerektiğini öğreten ilimdir. Kozmoloji, bize “büyük varlık dairesi” içinde nerede bulunduğumuzu gösteren ilimdir. Siyaset, insanın başkalarıyla beraber yaşama sanatıdır. “Ben ilmi” (ilmü’n-nefs), insanı maddî, nefsî ve ruhî yönleriyle ele alan ilimdir.
Bu listeyi uzatmak mümkün. Kısaca ifade etmek gerekirse, klasik düşüncenin temel sorusu kimlik sorusudur. Bunun en veciz ifadesi “kendini bilen, Rabbini bilir” sözüdür ki, bu sözün yer yer hadis olarak nakledildiğini de biliyoruz. Demek ki sadece felsefenin değil, dinî düşüncenin de temel sorusu özünde bir kimlik sorusudur. Descartes ve onu takip eden Avrupa felsefesinin tüm çabalarına rağmen kimlik sorusu önemini hiçbir zaman yitirmemiştir.
Bugün daireyi tamamlamış bulunuyoruz. Kimlik sorusu, hepimizin gündemindeki temel sorulardan biri haline gelmiş durumda. Etnik, dinî, sosyal ve sınıfsal kimliklerimiz üzerinde düşünüyoruz ve ne kadar Türk, ne kadar Kürt, ne kadar Müslüman, ne kadar modern, seküler, kadın, erkek, köylü, şehirli vs. olduğumuzu tespit etmeye çalışıyoruz. Bu kimlik tanımlarına göre farklı aidiyet tanımları yapıyoruz. “Aynı anda birden fazla kimliğe sahip olabilir miyim?” ya da “belki tek kimliğim var ama farklı aidiyet duygularına sahibim” sorularını zihnimizde evirip çeviriyoruz. Bazen bu tanımlara göre ötekiler üretip kendimize dostlar ve hasımlar ediniyoruz. Türkiye bu sorular ışığında kendini Doğu ile Batı, Orta Doğu ile Avrupa arasında bir yerlerde tanımlamaya çalışıyor.
Kimlik ve Varolmak
Fakat Türklük, Kürtlük, modernlik, kadınlık vs. gibi “alt kimlikler”den önce, varoluşumuza ilişkin bir kimlik tanımı yapmamız gerekiyor. Descartes’ın yaptığı gibi “varım” demek yeterli değil. Çünkü nasıl bilmek, Husserl’in ifadesiyle hep “bir şeyi” bilmekse; varolmak da, belli bir şekilde varolmaktır. Varlık, muayyen şekil ve biçimlerde tezahür eder. Bunlara felsefe dilinde varlığın modaliteleri diyoruz. Varlığı algılayıp tanımamızı sağlayan bu modalitelerdir. Bu manada varolmak, varlığın mutlak gerçekliğine belli bir şekilde katılmaktır. Ahmed Avni Konuk, bunu şöyle ifade eder: “Şuunat-ı ilahiyye vücud-u alem ve Adem ile tahakkuk eder. Ondan evvel ma’na mertebesindedir. Ma’na ise tahakkuk için suret ister; ve suret zahir ve ma’na ise o surette mesturdur” (Tedbirat-i İlahiyye Tercüme ve Şerhi, İz Yayıncılık, 1992, s. 4).
Buna göre “ben kimim?” sorusu, “ben nasıl varım?” şeklinde yeniden sorulabilir. Çünkü “ben şuyum” demek, aynı zamanda “ben şu şekilde varolmayı kabul ediyorum” demektir. Bu soruyu cevaplayabilmek için insanı diğer varlıklardan farklı kılan özelliklere temas etmek gerekir. Yine klasik düşünceye göre insan, aklı ve buna bağlı diğer melekeleri sayesinde başka varlıklardan ayrılır. Klasik felsefe dilinde buna insanın “mahiyeti” diyoruz. İnsanı diğer canlılar olan bitki ve hayvanlardan farklı kılan onun mahiyeti, yani onun varlığına ilişkin yaptığımız tanımdır. “İnsan düşünen/konuşan canlıdır” tanımı, bunu ifade eder. Her ne kadar kimi klasik düşünürler bunu hatalı bir şekilde “mahiyet varlığı önceler” şeklinde yorumlamış ve bir dizi felsefî zorluğa kapı aralamışlarsa da, insanı diğer varlıklardan farklı kılan onun varoluş biçimidir. Bu belirli varolma biçimi, insanı ontik değil, ontolojik manada diğer varlıklardan ayırır. Çünkü insan, farklı bir değer skalasına göre varolan varlık demektir. “Düşünen/konuşan canlı” tanımının arkasında bu farklı değer çatısı vardır.
Peki varlığın değerle nasıl bir ilişkisi olabilir? İnsanın varolmasıyla kimliği arasında böylesine dolayımsız bir ilişki kurabilir miyiz? Çağdaş kimlik tartışmaları bu sorularla ilgilenmeyecek kadar tek boyutlu ve dar bir ufka sahip. Sanki “ben Türk’üm/Kürt’üm/Arap’ım/kadınım...” demek, “ben değerden bağımsız, kendi halinde varolan bir şeyim” demekmiş gibi, etnik, siyasî ve sosyal kimlik tanımlarını ortaya koymak yeterli görülüyor. Varlık içindeki yerini bir Finlandiyalı işadamından yahut Afrikalı bir diktatörden farklı görmeyen bir Türk’ün yahut Kürt’ün, kendi öz kimliğine ilişkin nasıl bir iddiası olabilir? Eğer ben bir Türk olarak bir Kızılderili şefine bir Amerikalı gibi “satın şu toprakları da kurtulun” diyorsam, benim Türklüğümün, o kişinin Amerikalılığından ne farkı olabilir?
Varlık, Değerler Skalası ve Türkiye’nin Kimliği
Varolmak, değer-yüklü bir eylemdir. Varlık, iyi, güzel ve doğru gibi bütün değerlerin kaynağıdır. Belli varolma biçimimiz yani kendimize uygun gördüğümüz kimliğimiz, bu değerler skalasıyla nasıl bir ilişkiye girdiğimize göre şekil ve muhteva kazanır. Varolmakla erdemli olmak arasındaki bu yakın ilişkiyi akılda tutmadan bir kimlik tartışması yapmak, insanı varlık modalitelerinden birine, hem de en asgarisine yani onun diline, kültürüne, örf ve adetine indirgemektir.
Bizim coğrafyamızın insanlarını yani Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, kadını, erkeği vs. birleştiren, varolma biçimimize ilişkin bu temel ahlakî duruşumuzdur. Kürtlerin ve Türklerin ortak aidiyet hissi ve kader duygusu, etno-kültürel sıfatların ötesinde bir derinliğe sahip olmalı. Kültürel adetler değişebilir, diller farklılaşabilir, ırkî özellikler kaybolabilir, hatta aynı idealler farklı siyasî vizyonlar haline gelebilir. Bizi birbirimize bağlayan şey, bu arızî unsurların ötesinde cevherimize ilişkin bir şeydir. Cevherde birlik, arazda farklılığa her zaman müsamaha eder. Ama tersi, hepimizin sonu demektir.
“Ben kimim?” sorusunu “ben nasıl varım?” sorusundan ayırıp etno-seküler bir zeminde sorduğumuzda, Türkiye’deki kimlik tartışmaları daralmış bir milliyetçi ideolojiye dönüşür. Türkiye’deki milliyetçi politikaların son yarım asırda izlediği yol, kimlik sorusunun değer-yüklü varlık sorusundan ayrı ele alındığını gösteriyor. Avrupa medeniyetini Türklüğün yeni kızıl elması kabul eden Türk milliyetçiliği ve onun sağ, sol ve Kemalist versiyonları, bütün Türklük ve Türk tarihi vurgularının arkasında “ben bir Avrupalı gibi varolmak istiyorum” dediler. Kimsenin derdi “Türk” olmak falan değil, bir şekilde Avrupalı olmaktı. Bugün Avrupalılığın yerini Amerikalılık aldı. Herkes “ne yapsak da Kayseri’de, Diyarbakır’da, Mekke’de küçük Amerikalar yaratsak?” kaygısı içinde. Böyle bir varolma biçimine rıza gösterdikten sonra hangimizin sahih bir kimlik iddiası olabilir?
Kimlik Siyaseti ve Ötesi
Modern Türk milliyetçiliğinin bu derin sapması diğer etnik gruplar arasında da giderek yaygınlaşıyor. Geç kalmış bir milliyetçilik hissiyle hareket eden Kürt kanaat önderleri (Kürt halkının büyük çoğunluğunu onlardan ayırmak gerekiyor), “yeni bir ulus yaratmak” için kurucu-mitler oluşturmaya, yeni tarihler üretmeye çalışıyor. Bunun son örneği, geçtiğimiz ay Nevruz kutlamaları sırasında yaşandı. Nevruz’u (sadece) Kürtlerin ulusal bayramı olarak görenler, Nevruz’un aslında bir Zerdüşt geleneği olduğunu, dolayısıyla daha evrensel ve tarihî bir niteliğe sahip olduğunu ve Müslüman Kürtlerin bununla gurur duyması gerektiğini söylediler. Nevruz gerçekten de bir Zerdüşt ya da Şaman geleneği olabilir. Fakat bunu tarihen böyle tespit etmekle Kürtlerin asıl kimliğini Zerdüşt, Şaman vs. geleneklerin oluşturduğunu söylemek arasında dağlar kadar fark var.
Bütün bu sapmaların arkasında “kimlik siyaseti” yatıyor. Kimlik siyaseti, belli bir grubun genel toplum içindeki yerini toplumun bir parçası olarak değil, o grubun ayırt edici özelliklerini esas alarak tanımlamasını ifade ediyor. Kimlik siyasetinin belirleyici özelliği, bir sosyal grubun siyasî, hukukî ve kültürel taleplerini, siyasî bir program haline getirmektir. Türkiye’deki Kürt, Alevi, Ermeni kimlikleri hakkında yapılan tartışmalar kimlik siyasetinin somut örneklerini oluşturuyor. Bu tartışmada Türkler “Türk olmak”, Kürtler “Kürt olmak” gibi birtakım ayrıcalıklı kimlik tanımlarından hareketle hak talebinde bulunuyor. Böylece bir zenginlik ve ahenge dönüşmesi gereken kimlik tonları, derin etnik ve siyasî bölünmeler haline geliyor.
Türkiye, farklı dönemlerde uygulanan kimlik siyasetlerinin bedelini farklı şekillerde ödedi ve ödemeye devam ediyor. Bir tarafta yükselen milliyetçilikler, öte tarafta küreselleşmenin ulus-devlet yapısını çözücü etkileri, mevcut kimlik tanımlarının yerel olanla küresel olan arasında sıkışıp kalmasına neden oluyor. Yaşadığımız hızlı değişim sürecinde ne tek başına “dünya vatandaşlığı” gibi liberal ve müphem bir kavram, ne de asabiye temelli grup kimlikleri sosyal ve siyasî bütünlüğü sağlamamıza imkan veriyor. Türkiye’nin çok katmanlı kimlik ve kültür yapısı, bu iki kutbun dışında daha derinlikli ve kapsamlı bir kimlik tasavvuru geliştirmemizi zorunlu kılıyor.
Fakat bunun için önce varoluş biçimimizi doğru bir şekilde tanımlamamız gerekiyor. Çünkü “ben kimim?” sorusu, “ben nasıl varolmalıyım?” sorusuna tahvil edilebiliyorsa, o zaman “ben nasıl bir değer sistemine sahibim?” sorusunu sormadan “ben Kürdüm, Türküm” demek anlamlı bir eylem olmuyor demektir.
Paylaş
Tavsiye Et