Yönetmen-Senaryo: Stephen Gaghan
Oyuncular: George Clooney, Matt Damon
Yapım: ABD, 2005, 126 dk.
11 Eylül sonrasında Hollywood’un adeta “sistem karşıtı bir film yapılacaksa, onu da biz yaparız” düşüncesiyle ürettiği politik duyarlıklı filmlerin ardı arkası kesilmiyor. Watergate skandalı ve Vietnam başarısızlığının da etkisiyle muhalif filmlerin yükselişe geçtiği 1970’li yılların Amerikan sinema ortamını hatırlatan bu gidişin son ve en güçlü halkalarından birisi Syriana. Uyuşturucu ticaretinde büyük devletlerin rolünü resmeden ‘Trafik’ filmiyle 2001 En İyi Senaryo Oscar’ına layık görülen Gaghan, Amerikan halkının uyuşturucu dışındaki bir diğer bağımlılığını ele alıyor son filminde: Petrol.
Syriana’nın başlıca karakterleri; ülkesinin doğal gaz çıkarma hakkını ABD’den daha yüksek fiyat teklif eden Çin’e veren reform yanlısı Körfez veliaht prensi, kariyerinin sonuna yaklaşan ve son görevi prensi öldürmek olan CIA ajanı, prensin ailesinin verdiği bir partide oğlunun kaza sonucu ölmesinin ardından telafi amacıyla (!) iş teklif edilen enerji analisti, iki Amerikan petrol şirketinin birleşmesindeki usulsüzlükleri incelemek için görevlendirilen bir avukat ve enerji üretimi işini Çinlilerin almasıyla işsiz kalan iki Pakistanlı genç…
Küresel petrol endüstrisinin Orta Doğu üzerindeki entrikalarını çok sayıda karakter üzerinden anlatan Syriana, aslında Orta Doğu üzerinde tepişen fillerin ve onlar tepişirken ezilen çimenlerin hikâyesi. “Yolsuzluğu en büyük değeri olarak gören” bir sistemin ve bu sistemin çarkları arasında ezilenlerin gerçekçi bir fotoğrafını çekiyor Syriana. Petrol kavgasının sıradan insanların hayatlarını nasıl etkilediğini çok karakterli yapısı ve başlangıçta birbirinden bağımsız gibi görünen paralel öykülerle anlatan film, sonunda tüm hikâyeleri anlamlı bir şekilde toparlamayı beceriyor.
Syriana, sistemi değil de kişileri eleştiren Fahrenheit 9/11 gibi Amerikan yapımı muhalif filmler arasında kapitalist sistemi sorgulayan yapısıyla farklı bir yere oturmakta. Ayrıca Orta Doğu’da yaşananlara sadece Amerika’dan bakan benzerlerinden farklı olarak ‘öteki’ne de yer veren film, Pakistanlı gençlerin intihar eylemcisi haline gelme sürecine kendince ışık tutuyor.
ABD’nin Basra Körfezi petrolünü kontrol edebilmek için gerekirse silahlı kuvvetlerini kullanabileceğini ifade eden 1980’deki Carter Doktrini ve 2003’te Irak’ın işgali, bölgenin ABD dış politikası açısından önemini anlamak için yeterli. Ancak özellikle Irak işgalinden sonra Amerika’da yapılan muhalif filmler Orta Doğu’yu şekillendirme çabalarının perde arkasında sadece çokuluslu şirketleri gösterirken, oluşturulmaya çalışılan yeni dünya düzenini ve bölge üzerindeki stratejik hesapları ıskalıyor. Musevî sermayesi ile yürütülen Hollywood yapımı bu filmlerin en önemli ortak özelliği ise, oluşturulmaya çalışan düzende İsrail’in rolünü görmezden gelmesi. Orta Doğu ile ilgili birçok gerçeği bile isteye gözden kaçıran bu filmler bize, körlerin fili tanımlama meselini hatırlatıyor. Ancak Amerika’ya muhalefet arttıkça bunu paraya tahvil etmek isteyen ‘kontrollü’ Hollywood yapımlarının sayısı da artacak gibi görünüyor. / Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen-Senaryo: Paul Haggis
Oyuncular: Sandra Bullock, Don Cheadle
Yapım: ABD/Almanya, 2004, 107 dk.
Paul Haggis’in ilk sinema yönetmenliği denemesi olan ve 2005 En İyi Film Oscar’ını alan Çarpışma, Los Angeles’ta yaşayan insanların 11 Eylül’ün güvensizlik ortamında ayakta durma çabalarını anlatır. 11 Eylül’ün ardından, statüleri ne olursa olsun her dokunuşun diğerinden bir şey eksilttiği inancı ile sarmalanmış, bencillik ve zavallılık arasında sıkıştırılmış insanların nasıl bir toplum meydana getirdiği ise sosyal durumun acı bir göstergesidir. Yaşadıkları yabancılaşmayı birbirlerinden uzak durarak besleyen Los Angeleslılar, zamanla her türlü suçu mubah gösterecek kadar toplumun dışında kalırlar. Bu panoramanın ümit vaat eden tarafı ise, birbirine bulaşmamak için sarf edilen gayrete rağmen, hayatlarının kendilerinin bile önüne geçemeyeceği bir şekilde onları çarpışmaya mecbur bırakmasıdır. / Esra Bulut
Tavsiye Et
Yönetmen: Reha Erdem
Senaryo: Reha Erdem, Nilüfer Güngörmüş
Oyuncular: Ali Düşenkalkar, Işıl Yücesoy
Yapım: Türkiye, 2005, 128 dk.
Ali, geçirdiği bir kaza nedeniyle hafızasını kaybeder. Çoğunluğu aynı apartmanda yaşayan diğer karakterler ise Ali’nin kayıp hafızasının izini sürerek bir yanlış anlama zinciri oluştururlar. Apartman sakinleri bugünlerde özlemini duyduğumuz bir akraba yakınlığı ile kuşatılmıştır. Ali, babası Rasih’le aynı evde yaşar. Rasih Bey, oğlu Ali’den; Ali ise babasından, sünnetten ve yüksekten korkmaktadır. Ali’nin hafıza kaybıyla yakından ilgilenen komşuları Terzi Neriman, köpeğine bir şey olmasından; oğlu Keten ise Neriman’dan korkar. Hamile olan İpek yüzüğünü kaybetmekten; İpek’in kiracısı Ümit, jimnastik hocalığı sınavını kazanamamaktan; Kapıcı Rıza’nın oğlu Çetin, Rasih Bey’den, ölüler kitabından ve sünnet olmaktan; Ali’nin arkadaşı Aytekin ise askerlikten korkar. Kalabalık bir aileyi andıran komşuları birbirine bağlayan asıl unsur, hayatın sıradanlığı içinde sahip oldukları korkularıdır. Sıradan hayatlarını birbirine bağlayan şey ise gerçekte İpek’e ait olan bir yüzüktür.
Doğumdan itibaren gelişen davranış biçimleri insan bedenine otururken zamanla fark edilemeyen bir alışkanlığa dönüşür. İnsanın oturuşu, kalkışı, duruşu, ellerini koyduğu yer, kemiklerinin çatırdama sesi, dişlerin yapısı, hapşırık, öksürük, esneme, yürüme, koşma, tırmanma vs. hepsi filmin ritmini bir adım yukarı çıkartır. İnsan olmalarından ötürü sahip oldukları zafiyetleri ve korkuları ile birbirine tutturulan karakterler, zamanın ilerlemesiyle ters bir orantı kurarak, hayatı röntgen filmleri eşliğinde geriye doğru yol alarak anlatırlar. Zamanın ileri-geri işleyişi, hafıza kaybıyla sıfırlanan bir belleği ve ait olduğu bedeni, yeni doğmuş bebek ile denkleştirir. Kilolarca bağırsağı, bir ton damarı, kası ve kemiğiyle iri cüssesine sıkışan Ali, korktuğunda annesine seslenirken bir bebeğinkiyle aynı muhtaçlığa hapsolur. Zamanın kendisine armağan ettiği ve yaşarken beyin kıvrımlarında gezindirdiği anne özlemi, bir türlü sığamadığı bedeninin en üstüne oturmuş gibidir. Ali’nin, annesine ait olduğuna inandığı yüzüğün bebek bekleyen İpek’e ait olması, ince bellileri, kalın bellileri, düz basanları, eğri basanları, sevdiğine verdiği hediyeyi geri isteyenleri, istemeyenleri, sünnet olmaktan korkanları ve korkmayanları kayıp bir hafızanın izlekleriyle birbirine bağlar.
İstanbul’un her daim taze yaşam biçimlerini oryantalist bir müzikle sunan film, asıl derdi olan yüzüğün sırrını çözene kadar, kendi içinde birkaç kez son sayılabilecek noktaya varır. Yüzük, korkulardan, zaaflardan, etten ve kemikten oluşan vücutları hayatın akışkanlığı içinde birbirine bağlarken, herkesi kendi insanlık sınavını vermeye zorlar. Ancak anlatımı ile belli bir doğallığı hedefleyen Korkuyorum Anne, bunun çok uzağında bir kurgu anlayışı ve sonradan birleştirilmiş hikâyecikleriyle sıradanlıktan öte bir zorlamaya da kaçabilmektedir. / Esra Bulut
Tavsiye Et