TÜRKİYE ekonomisi, bugün yine istikrar arayışı içindedir. Son birkaç hafta içinde özellikle para ve sermaye piyasalarında yaşanan çalkantılar, akla aynı bildik soruyu getirmektedir: Türkiye ekonomisi yeni bir krize mi girmek üzere? İktisatçılar çoğu kez hem teşhis hem de tedavi noktalarında birbirleriyle ters düşen analizlerle yaşananları açıklamaya ve bundan sonrası için politika önerilerinde bulunmaya çalışmaktadırlar. Örneğin 20 Haziran 2006 tarihli Milliyet Gazetesi’nde 10 önemli iktisatçı ve akademisyene “Peki şimdi ne yapmalı?” sorusu sorulmuş ve 22 öneri tespit edilerek madde madde sayılmıştır. Tam iktisatçı fıkrası... Malum, mesleğimizde yapılan şakalardan biri der ki, 10 iktisatçının bulunduğu yerde 11 fikir çıkar ortaya; bir tanesi John Maynard Keynes’in fikri olmak üzere...
Bu yazının temel amacı, yaşanan son çalkantının analizini yapmaktan ziyade -ki fazlasıyla yapılmaktadır o tür bir analiz- 1 Ocak 1996 tarihiyle başlayan yapısal dönüşüm sürecinde eksik bırakılan noktaları kişisel düzeyde tespit etmek ve ekonomi basınında çok fazla yer bulamayan birtakım istatistikî verileri kullanarak ortaya bazı sorular atmaktır.
Bilindiği gibi 1 Ocak 1996 Gümrük Birliği’nin başlangıcını işaret etmektedir Türk iktisat tarihinde. Kanaatim odur ki, bu tarih, bahsetmeye çalışacağım yapısal dönüşümün ilk halkasıdır. Sonraki halkaları ise, 2000-2001 krizlerinin sonucunda uygulamaya konulan İMF destekli istikrar programı çerçevesinde gündeme getirilen düzenlemeler ve AB süreci oluşturmuştur. Üç halka birlikte ele alındığında şu saptamayı yapmak mümkündür; en azından bence: “Türkiye, küresel ekonomiye hızlı ve derin bir şekilde entegre olmaktadır.”
Ancak bu entegrasyonun kont-rollü ve amaca uygun olduğunu iddia etmek pek kolay değil. Şüphesiz Türkiye’de sermaye hareketlerini serbestleştiren 1989 tarihli, 32 sayılı kararla birlikte ekonomi üzerindeki kontrolün kaybedildiği iddia edilebilir. Bu iddianın geniş bir destekleyici çevresi de bulunmaktadır ve iddia temelsiz de değildir. Ancak küresel sisteme eklemlenmeden Türkiye ekonomisi tatminkâr ve sürdürülebilir bir büyüme patikasına oturabilir mi ve eklemlenmenin bir ayağı da finansal liberalizasyon değil midir? Bu sorulara verilecek karşılıklar, pozisyon belirleyen karşılıklardır deyip geçelim.
Kontrolsüz ve amaca uygun olmayan entegrasyon derken kastettiğim şey şu: Türkiye, küresel sistemde yer almaya çalışırken, dahil olmaya uğraştığı sürece tatminkar ve sürdürülebilir bir büyüme patikasına oturmak perspektifinden bakmıyor. Türkiye, orta ve uzun vadeli bir entegrasyon stratejisinden yoksun; oysa ki böyle bir strateji süreçten maksimum düzeyde yarar sağlamak için olmazsa olmaz koşuldur. Bu strateji nasıl çizilebilir, içerisinde hangi ögeler yer almalıdır, hedefler ve araçlar konusunda mutabakat nasıl sağlanır vb. konular başka yazıların konusu olabilir. O nedenle burada değinmeyeceğim bu noktalara.
Diğer bir sorunlu alan ise entegrasyon sürecinin yarattığı riskleri önceden hesaplamak ve gerekli önlemleri almak konusunda gösteriyor kendisini. Örneğin uzun bir süredir tartışılan cari açık problemi. Kanımca cari açık, Türk ekonomisinin küresel ekonomik sisteme entegrasyonunun nasıl başarısız olduğunu gösteren en açık delil. Önce birkaç saptama:
• Türkiye ekonomisi ithal girdi bağımlılığı yüksek bir ekonomidir.
• Türkiye ekonomisi yurtiçi tasarruf oranı çok da yüksek olmayan bir ekonomidir.
• Türkiye ekonomisi; sermaye hasıla katsayısı yüksek, tasarruf/gelir oranı düşük bir ekonomidir.
• Türkiye ekonomisi, geleneksel ihracatçı sektörleri performans düşüklüğü göstermeye başlamış bir ekonomidir.
• Türkiye ekonomisinin yükselen sektörleri ithalat gereği yüksek sektörlerdir.
• Türkiye ekonomisini büyüten sektörlerde ithal girdi kullanımı oldukça fazladır.
• Türkiye ekonomisi, son birkaç yıl hariç doğrudan yabancı sermaye çekmekte zorlanan bir ekonomidir.
Bu saptamaları birçok veriyle kanıtlamak mümkündür. Faiz haddi, döviz kuru, İMKB endeksi, faiz dışı bütçe fazlası vb. verilere kıyasla etrafta pek fazla görülmeyen ve ancak bir kısmına yer verebildiğimiz bu veriler göstermektedir ki Türkiye ekonomisi, refah artışı sağlayan ve sürdürülebilir olma özelliğine sahip bir büyüme oranını yakalayabilmek için dış kaynak girişine mecburdur ve sorunun temel çıkış noktası da budur. Türk insanı tüketmek istiyor; ancak yurtiçi tasarruf düzeyi ister gönüllü, ister cebri olsun tüketimin gerektirdiği yatırımı finanse edecek kadar yüksek değil. Bu durumda geriye yurtdışı kaynak kullanımı kalıyor. Bu noktada, “Kaynak bulduğumuz/bulabildiğimiz için mi açık veriyoruz, yoksa açık verip sonra kaynak arayışı içine mi giriyoruz?” sorusu bence talidir. 2002-2005 döneminde, dört yılda, verilen cari açık miktarı 48,4 milyar dolardır. Aynı dönemde ödemeler dengesi finans hesabı 69,8 milyar dolar fazla vermiştir.
Tablo 2’den de görüleceği gibi, özellikle 2001 sonrası dış ticaret hacmi çok önemli bir artış göstermiştir. İhracattaki artışın ithalat hacmindeki artışa kıyasla daha zayıf olması, cari açığı artıran en önemli faktördür. Ancak Türkiye ekonomisinin dış ticaret yapısını bugünden yarına değiştirmek mümkün değildir. Yeni ürün ve yeni pazar bulma, ithal girdi bağımlılığını azaltma, geleneksel sektörlerin yerini alan sektörlere uygun rekabet avantajı sağlayacak üretim biçimleri saptama gibi konular kısa vadede çözüm teşkil etmeyeceklerinden bugünün tartışmalarında kendilerine yer bulamamaktadırlar; beşeri sermaye-eğitim-ekonomik büyüme-kalkınma ilişkisi, düzenleyici reformlar, mikro temelli ulusal stratejik plan ve özel sektörün iş yapma biçimini değiştirmesi gibi...
Kısacası, cari açık Türkiye ekonomisi için yapısal niteliktedir. Ekonomiyi büyütmek istediğinizde cari açık vermek kaçınılmazdır ve ekonominin yapısı değişmedikçe cari açık hep karşımıza çıkacaktır; finanse edildiği müddetçe sorunsuz bir biçimde, finanse edilemediği zamansa kriz tetikleyicisi olarak... Merkez Bankası (MB)’nın faiz artırımı, döviz piyasasına müdahalesi, satış ihaleleri düzenlemesi, yabancı yatırımcılar için stopajın sıfırlanması vb. piyasaların ihtiyaç duyduğu, görmek istediği önlemlerdir şüphesiz. Aynı zamanda özerk bir kurum olarak MB’nin “ben buradayım” demesinin de yollarıdır bunlar. Ancak ihtiyaç duyulan şey, piyasaların duymak istediğinden çok başka bir yerdedir. Yeni açıklanan orta vadeli plan (2007-2009) metnine baktığımız zaman ise 2007 için %7,9, 2008 için %7,3 ve 2009 için %6,6 oranında cari işlemler dengesi/GSYİH oranı hedeflendiğini görüyoruz. Dış ticaret açığı ise 60 milyar dolar civarında tahmin edilmiştir. Anlaşılan önümüzdeki üç yılda da ihtiyaç duyulan değil, veri durumun gerekleri yerine getirilecektir. Sanırım Lord Keynes’in uzun vade için yaptığı tahlil en çok bizim için geçerli: “Uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız.”
Paylaş
Tavsiye Et