SON haftalarda tüm ekonomi gözlemcilerinin, politika yapımcılarının ve özel sektör yöneticilerinin zihinlerini fazlasıyla meşgul eden konu, sürüp gitmekte olan küresel finansal dalgalanmanın sonunun nereye varacağı. Küresel yönetişim seviyesi minimal düzeylerde tutulan finans sektörünün özellikle borsalar alanında yaşadığı sert düşüş kimi analizlerde 2001 yılından bu yana devam eden ve sürdürülemez bir hal alan küresel büyüme sürecinin doğal sınırlarına ulaşması, kimilerinde de finansal spekülasyona dayalı yüksek kâr sisteminin çöküşü olarak yorumlanmakta. Aslına bakılırsa son dönemdeki dalgalanmayı, iki ay içinde Dow Jones’da %8, Nikkei’de %19 ve Brezilya’daki Bovespa borsasında %21’lik kayıplara rağmen, küresel bir krizin başlangıcı diye niteleyebilmek için henüz çok erken. Bu tür sert düşüşler dünya borsalarında zaman zaman görülebilen vak’ayı adîye olarak algılanabilirse de, bu düşüşlerin birçok piyasada eş zamanlı olarak gerçekleşmesi küresel piyasalarda aktif olan finansal yatırımcıların stratejileri ve öngörüleri bakımından önemli ipuçları içermekte.
ABD’den Avrupa’ya, Doğu Asya’dan yükselen piyasalara küresel ekonominin her köşesine yatırım yapan finansal aktörler, küresel büyüme dönemindeki agresif kâr arama sürecinin sonuna gelindiğini kabul etmiş görünüyor. Gelinen noktada özellikle devasa uluslararası yatırım fonları aracılığıyla yönlendirilen milyarlarca dolarlık kaynak riskten çekilip güvenli limanlara yönelme güdüsü ile özellikle borsalardan ve riskli görülen piyasalardan hızla çıkma eğiliminde. Dünya çapında ucuz kredi imkânlarının daralmasına tepki olarak ortaya çıkan bu ‘huruç’ hareketini iyimser bir gözle küresel ekonomi açısından bir tür self-regülasyon mekanizması olarak görmek mümkünse de, hâlihazırdaki durumun derinleşerek daha köklü finansal ve ekonomik sorunlar doğurabileceğine de işaret etmek gerekiyor.
Doğal olarak, günümüzdeki finansal dalgalanmanın en kritik tarafı, yatırım finansmanının gittikçe artan bir ivmeyle küresel bir nitelik kazanmasından kaynaklanmakta. 2004 İMF verilerine göre, ABD’li yatırımcılar yurtdışında 856 milyar dolarlık yatırım yaparken, ABD’deki dış yatırımlar bunun neredeyse iki katına tekabül eden 1,44 trilyon dolar seviyesine ulaştı. Bu rakamlar içinde fizikî yatırım ifade eden doğrudan yabancı yatırımlar bulunsa da ağırlıklı olarak hisse senetleri, hazine bonoları ve krediler olarak ifade edilen portföy yatırımlarının öne çıktığı biliniyor. Aynı dönemde Japonya’nın dış yatırımları 414 milyar dolara ulaştı. Japonya’daki yabancı yatırımlar ise 273 milyar dolar seviyesinde kaldı. Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye ile birçok gelişmekte olan ülkeyi içeren yükselen piyasalar ise 570 milyar dolar dış yatırım alırken, yurtdışına 935 milyar dolar civarında yatırım yaptılar. Bu arada 515 milyar dolar civarında bir dış yatırım kaynağı da, Çin ve diğer Asya ülkeleri başta olmak üzere ticaret fazlalarını Amerikan Hazine Bonoları cinsinden yatırıma dönüştürmeyi tercih eden hükümetlerin tasarrufları sonucu uluslararası piyasalara girmiş oldu.
Teorik olarak, finansal piyasalardaki liberalleşmenin üretken yatırımların finansmanını kolaylaştırıp rekabetçi ülkelerin kalkınmasına katkıda bulunacağı varsayılsa da, 1980’lerden bu yana süren finansal küreselleşme trendinin ortaya çıkardığı iki ciddi riskin göz önünde bulundurulması gerekiyor: Bu risklerden ilki, ABD ile Japonya, Çin ve diğer Asya ülkeleri arasındaki rekabet üstünlükleri ile maliyet avantajlarındaki farklılaşmadan kaynaklanan ve ABD yönetimince gerektiğinde siyasî nüfuz kullanımı ile azaltılmaya çalışılsa da genelde tolere edilen devasa ticaret açıkları. Az önce belirttiğimiz gibi, bu açıklardan kaynaklanan ve dolar cinsinden elde edilen ihracat gelirlerinin ilgili ülkelerce ithalat amacıyla kullanılmak ya da diğer para birimlerine çevrilmek yerine Amerikan hazine bonolarına yatırılması doların ani değer kaybını önlemekte. Ticaret açığının devamı ve finansmanı üzerine kurulan bu hayli siyasî ve de facto uzlaşı Amerikan mallarının rekabetçi olmasını ve ticaret açığının kapanmasını engellemekte ki; pek çok ekonomist bu düzeni uzun-dönemde sürdürülemez görüyor. Ayrıca ABD’nin ticaret ve bütçe açıklarının dominant finansörü olarak beliren Çin’in Amerikan ekonomi yönetimi üzerinde ekonomik egemenlik alanını giderek daraltan bir etki icra edebileceği de öngörülmekte.
Tahmin edilebileceği gibi ikinci ciddi risk unsuru, küresel finansal krizlerin patlak verme ihtimalleri ve yönetilebilirlikleri ile ilintili. Küresel yatırımcıların önemli bir kısmının -büyük yatırımcıları takiben- amiyane tabirle bir ‘sürü’ mantalitesi içinde hareket ettikleri ve zaman zaman çok da rasyonel olmayan biçimlerde belli piyasalara bolca kaynak akıtıp, sonra aniden ve hep birlikte çıkmaya yeltendikleri bilinen bir gerçek. 1997 Asya krizi ve takip eden uluslararası krizlerde yaşanan bu durumun çarpıcı örnekleri hâlâ hafızalarda taze olduğu için, şu anki dalgalanmanın da bu tür sert tepkisel hareketlere dönüşebileceğini tahmin eden uzmanlar yok değil. Öte yandan, uluslararası piyasalarda mobil olan ve yetersiz biçimde düzenlenen yaklaşık 1 trilyon dolar civarında bir kaynak bulunduğu düşünüldüğünde, son dönemdeki tedrici çıkış hareketini sert tepkileri ve spekülatif atakları önleyici yumuşak dengeleme hareketi olarak algılama eğiliminin yaygın olması da anlaşılabilir. Bu görüşe göre, ucuz kredi bolluğunda yükselen piyasa bonoları, gayrimenkuller, değerli madenler gibi riskli yatırım alanlarında oluşan yapay değerlenme balonları ne kadar erken patlarsa, reel ekonomi üzerindeki nihai hasar o kadar az olacaktır. Bu bağlamda, Avrupa Merkez Bankası, FED, Japonya Merkez Bankası ve Türkiye’den Güney Kore’ye, Hindistan’dan Güney Afrika’ya bir dizi gelişmekte olan ülkenin merkez bankalarının aldıkları faiz artırım kararları, ekonomik dengelerin yerine oturtulması hedefleri açısından alkışlanmalıdır.
Ancak finansal aktörlerin “eve dönüş” hazırlığına girdikleri bu konjonktürde sanayileşmiş ülke ekonomilerine ve bu ekonomileri yöneten politika yapımcılarına bakıldığında, son finansal dalgalanma nedeniyle kendilerini doğrudan tehdit altında hissettiklerini gözlemlemek mümkün. Kaldı ki, küresel finans sisteminin çok parçalı ve yetersiz ölçüde düzenlenen yapısı içinde, son dört yılda yakalanan spekülatif büyüme eğilimini tehdit eden dalgalanmaya karşı tam olarak ne yapılması gerektiği konusunda henüz bir uzlaşma sağlanabilmiş değil. Ama özellikle başat Batı ekonomilerinde sözleri itinayla dinlenen merkez bankası başkanlarının ittifak ettiği bir konu var ki, o da tehdidin dış etkenlerden yani dünyanın kendileri dışında kalan kısmından kaynaklandığı. Diğer bir deyişle herkes problemlerin ‘başkaları’nın suçu olduğu noktasında hemfikir; ancak bu ‘başkaları’nın kim olduğu noktasında rivayetler muhtelif. Sonuçta uluslararası finans piyasalarının yönetişimi konusunda entegre ve kurumlaşmış bir koordinasyon mekanizmasının halen oluşturulamamış olması, Bretton Woods’un revize edilmiş hali olan fakat küresel ekonomideki değişimin hızını yakalayamamış mevcut sistemin düşük yoğunluklu bir krizde dahi böylesine test edilmesine yol açabiliyor.
Konuyla ilgili gözlemlerimizi örneklemek bakımından, küresel ekonomideki büyüme ivmesinin kaybedilip enflasyonist baskıların arttığı geçtiğimiz birkaç hafta içinde önde gelen merkez bankası başkanlarının benzer mesajlar içeren demeçlerine bir göz atalım. İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King, son dönemde finansal piyasalardaki çalkantıların dikkatleri çektiği ciddi risklerden bahsederken, Dünya Kupası’nda mücadele eden İngiliz futbol takımına referansla “Tıpkı onlar gibi bizim için de tehditler dünyanın bizim dışımızdaki kısmından kaynaklanıyor” diyordu. FED Başkanı Ben Bernanke, ABD’de enflasyon artışını tetikleyen ana etken olarak uluslararası piyasalarda sert bir çıkış trendi yakalayan enerji fiyatlarını gösterdi. Diğer bir deyişle, ABD’deki enflasyonist dalgadan ulusal karar alıcılar değil, ‘başkaları’ sorumluydu. Ancak Bernanke’nin göreve gelişinden bu yana para politikası ile ilgili verdiği tutarsız demeçlerin, hem ABD hem de küresel piyasalarda enflasyonist eğilimleri beslediğini sağır sultan dahi duymuştu. FED yöneticilerinden Donald Kohn, Bernanke’den daha net bir biçimde, “dünyanın kalan kısmı” tarafından üretilen istikrarsızlık dinamiklerinden bahisle, Amerikan ekonomisinin küresel ekonomi ile artan entegrasyonunun ABD’de enflasyonu belirleyen dinamikleri etkilediğini vurguladı. Ancak şu gerçeği de açık yüreklilikle belirtti: “Değerleri birbirine karşı zaman içinde dalgalanan para birimlerinin olduğu bir küresel ekonomik sistem içinde, pratikte her ülkenin enflasyon oranı o ülkenin merkez bankasınca izlenen politikalar sonucunda belirlenmektedir”. Bu açıklamayı şöyle de okumak mümkün: Küresel piyasalardaki dalgalanmalar ve dışsal etkiler enflasyonist eğilimlerin doğması noktasında önemlidirler. Ancak bu, enflasyonun kontrol altında tutulması bağlamında merkez bankalarının ve ulusal politika yapımcılarının sorumluluklarının hafife alınması anlamına gelmemelidir.
Aslına bakılırsa, istikrar dönemlerinde pek dem vurulmayan küresel faktörlerin görece istikrarsızlık dönemlerinde bu kadar vurguyla gündeme getirilmesi, küresel finansın yönetişimi konusunda çok bel bağlanan başat merkez bankası başkanlarının dahi ulusal ekonomik gelişmeler ve performans konusunda etkisiz kalmalarının itirafı anlamına gelmektedir. Merkez bankaları ulusal ölçekte fiyat istikrarını sağlama ve enflasyonu kontrol etme hedefine kilitlenmiş olabilirler; ancak bu hedefin gerçekleştirilmesini direkt ya da dolaylı olarak etkileyen pek çok faktör kendilerinin kontrolleri dışındadır. Bir de, pek çok merkez bankasının son yıllarda yaşanan enerji fiyatları artışları, doğrudan dış yatırımların artış hızı ya da ABD’deki konut fiyat artışları gibi çeşitli konuda gerçekçi öngörüler geliştiremedikleri bilinmektedir. Bu anlamda son haftalarda küresel bazda yükselişe geçen faiz hadlerinin son üç yılda gereğinden düşük tutulmuş olmasının oluşturduğu olumsuz mirasın etkisi de yok sayılamaz. Zaten Mervyn King de, bir nesildir üç yıl arka arkaya yakalanan en hızlı büyüme döneminde küresel para politikasının fazlaca esnek olduğunu; ABD, avro bölgesi ve Japonya’da resmî faiz oranlarının uzun süre çok düşük tutulduğunu belirtmişti. King’in tespitini tamamlamak bakımından biz buna ABD’ye yakın bir para politikası izleyen İngiltere’yi de ekleyebiliriz. Sonuçta, dünya ekonomisinin son yıllarda artan bir hızla entegre olduğu ve ülkeler arasında karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin yoğunlaştığı şüphe götürmez bir gerçektir. Ancak yerel/bölgesel sorunlar ya da yönetim zafiyetleri için küresel koşulları suçlamak, giderek yayılan ama prim verilmemesi ve tez zamanda geçersiz kılınması gereken son derece sakıncalı bir yaklaşımdır. Bunun yerine mevcut küresel ekonomik sistemdeki muazzam dengesizliklerin ve çarpıklıkların izale edilmesi hedefine odaklı somut yönetişim reformu önerilerinin ortaya konması daha isabetli olacaktır. Küresel ekonomik kırılganlıkların giderildiği; ekonomik büyüme, uluslararası rekabetçilik ve istikrarın birlikte başarılabildiği yeni bir sistemin oluşması ise, ancak paradigmatik bir krizi takip eden köklü bir yeniden yapılanmayla mümkün olabilir.
Paylaş
Tavsiye Et