TÜRKİYE ekonomisi yapısal bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Dış ticaret hacminin milli gelir içindeki payının %55’e, doğrudan yabancı sermayenin 10 milyar dolara ulaştığı Türkiye ekonomisi, küresel ekonomiyle büyük ölçüde bütünleşmesini tamamladı. Dolayısıyla ekonomimizi yalnızca Ankara’nın kararları değil; küresel likidite şartları, FED ya da Avrupa Merkez Bankası’nın faiz kararları, petrol ve doğal gazdaki aşırı fiyat artışları gibi dış dünyadaki gelişmeler de olumlu ya da olumsuz yönde etkiliyor.
Nitekim Mayıs ayında uluslararası piyasalarda Türkiye’yi olumsuz şekilde etkileyen bir süreç başladı. 2005 yılında “yükselen piyasalar”a akan yaklaşık 500 milyar dolarlık rekor sermayenin bir kısmı, ABD ve AB merkez bankalarının kısa vadeli faiz artırımları nedeniyle geri çekildiği için küresel piyasalarda kısmi bir türbülans yaşanıyor. Birkaç ay daha devam etmesi beklenen bu süreç, özellikle düşük değerli kura bağlı cari açık, sıcak para girişinin oluşturduğu kırılganlık ve artış eğilimine giren enflasyon nedeniyle Türkiye’de nispeten daha derin ve çetin geçiyor. Ayrıca yaşanan sıkıntıda, önce Merkez Bankası başkanının atanması, şimdi de daha 1 yıl süre varken Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili oluşturulan suni gerginlik ve istikrarsızlaştırma çabalarının önemli rolü var. Son dört yılda reel faizlerin %34’ten %8’e ve İMF’ye olan borçların 24 milyar dolardan 11,8 milyar dolara kadar düşürülmesi karşısında, adeta Türkiye’nin faiz ve borç sarmalından çıkması ihtimalinin engellenmesi girişimleri hız kazanıyor.
Bununla beraber, 2001’deki kriz şartlarından çok farklı olarak, bugün Türkiye’nin makro ekonomik dengeleri bu süreci göğüslemeye müsait durumda. Kamu maliyesinde disiplinin devam etmesi, bütçe açığının asgari seviyelere düşürülmesi, 60 milyar dolara yakın olan MB döviz rezervleri, kamu borç stokunun milli gelir içindeki payının %56’ya geriletilmesi ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının ülkeye gelmeye devam etmesi Türkiye ekonomisini bugün son derece donanımlı kılıyor.
Türkiye ekonomisini daha da güçlü kılabilmek için başlıca iki yapısal sorunun çözülmesi gerekiyor. Bu yapısal sorunlardan ilki olan işsizlik ancak sürdürülebilir “yatırım–üretim–büyüme” hamlesiyle çözüme kavuşturulabilecek niteliktedir. Hükümet, işsizlikle ilgili uzun, orta ve kısa vadeli hedefler koymalı ve bu hedeflere ulaştıracak politika ve araçları belirlemelidir. Hükümetin bu noktada ilk adımı Millî İstihdam Stratejisi’nin yeniden belirlenmesi ve hayata geçirilmesi olmalıdır.
Ülkemizde işsizliğin azaltılabilmesi için yıllık %6-7 civarında ekonomik büyüme sağlanmalıdır. Özellikle, tarım dışı sektörde ve iş yaratma kapasitesi yüksek hizmet sektöründe yüksek büyüme hedeflenmelidir. Ülkenin kıt kaynakları verimsiz ve katma değeri düşük sektörlere teşvik olarak dağıtılmamalı; bölgelerin sektörlere göre istihdam oluşturacak öncelikli alanları belirlenmeli ve bu alanlara göre teşvikler uygulanmalıdır.
Yaşadığımız reform sürecine rağmen, sosyal güvenlikte hiç duraksama göstermeyen tutarlı bir devlet politikasına her zaman ihtiyaç vardır. Sosyal güvenliğin temel bir insan hakkı olduğu, devlet felsefesi olarak tavizsiz benimsenmeli ve sosyal güvenlik sistemindeki sorunlar devlet, işçi, işveren ve sivil toplum örgütlerinin ortak görüşleriyle çözümlenmelidir. Sigortalı sayısını artırmak hedeflenirken, hem kayıt dışılığı önlemek hem de istihdamı artırmak için sigorta prim oranları kademeli olarak düşürülmelidir. Ayrıca esnek istihdam ve part–time (kısmi süreli) çalışmayı mümkün kılan yasal zemin hazır olduğu halde, uygulanabilir modeller yeterli seviyede değil. Bu modellerin geliştirilmesi de istihdamı artırmak açısından bir hayli önemli.
Gelişmiş ülkelerde öğrencilerin %65-70’inden fazlası meslekî ve teknik eğitim okullarına devam ederken, ülkemizde tam tersi bir durum söz konusu. Türkiye’de meslekî okullar bünyesindeki öğrencilerin oranı %30’lar seviyesine inmiş durumda. İşgücünün ve genel olarak toplumun eğitim ve vasıf seviyesinin yükseltilmesine, meslekî ve teknik eğitimin desteklenmesine ilişkin politikalar uygulamaya konulmalıdır.
İkinci yapısal sorun, Türkiye’nin ne yüksek faize dayalı ekonomiyi soğutma operasyonlarıyla ne de ardı arkası kesilmeyen devalüasyonlar aracılığıyla çözemediği ve çözemeyeceği cari açıktır. Cari açığın kalıcı olarak ortadan kaldırılması ya da azaltılması için yüksek katma değere dayalı rekabetçi bir ekonomik yapının oluşturulması gerekiyor. Türkiye bu yolda önemli adımlar attı; verimliliğin artırılması noktasında büyük önem arz eden mikro ekonomik reformların yapılması için bir çok uygun fırsat da artık önümüzde duruyor.
Cari açığın daha çok yatırım ivmesinden kaynaklandığı ve bu sayede yeni teknolojik kapasitelerin oluşturulmasıyla gelecekte kendi kendini telafi eden ve sürdürülebilir bir yapının oluşmasını temin edebilecek bir nitelikte geliştiği gözlemleniyor. Ayrıca kamu sektörü kaynaklı olmaktan çıkarak özel sektör kaynaklı hale gelen cari açığın, aynı zamanda artan oranlarda uzun vadeli sermaye girişleri ve borç oluşturmayan doğrudan yabancı sermaye yatırımları ile finanse edilmesi olumlu gelişmelerdir. Buna rağmen bu sürecin üretim maliyetlerindeki yükseklik ve kur dezavantajı nedeniyle ara mal ve tüketim malı üreten yerli sektörlerde erozyona sebep olduğu da bir gerçektir. Nitekim bu yapının sürdürülemez bir aşamaya geldiği noktada kurlarda düzeltme yaşadık. Cari açık ile ilgili geçmişten öğrenilmesi gereken ikinci ders ise, sürekli hale getirilmiş sübvansiyonlar, diğer birtakım teşvikler ve devalüasyonlarla rekabetçi bir ihracatçı sektör oluşturma gayretlerinin başarısız olduğudur.
Son altı yılda halkımızın büyük fedakârlıkları, siyasî alandaki istikrar ve güven ortamı ile özel sektörün dinamizmi sayesinde ulaşılan ekonomik istikrar ve büyümeden elde edilen kazanımların özenle korunması için tüm kesimlere önemli görev ve sorumluluk düşüyor. Türkiye için altın kural, “istikrar ve büyüme süreci”nin devam ettirilmesi ve güçlendirilmesidir.
Paylaş
Tavsiye Et