Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2006) > Dünya Ekonomi > Avrupa ekonomileri yapısal krizde
Dünya Ekonomi
Avrupa ekonomileri yapısal krizde
Sadık Ünay
AVRUPA Birliği’nde euro ortak birimine geçişi tamamlamış on iki ülkelik bloktan oluşan Euro bölgesinde uzun zamandır devam eden ekonomik durgunluk ve bu durgunluğun gittikçe netleşen negatif sosyal yansımaları uzun zamandır siyasetçileri meşgul eden problemlerin başında geliyor. Avrupa ekonomisinin lokomotifi konumundaki Alman ve Fransız ekonomilerinin yaşadığı yapısal problemler ve geçiş dönemi sıkıntılarının elbette ki tüm Euro bölgesinde hissedilen ekonomik durgunluğa etkileri büyük. Irak’taki gelişmeler, Çin kaynaklı artan talep gibi faktörlerin de etkisiyle rekor düzeylere yükselen petrol fiyatları ve dolar karşısında muazzam değer kazanan euronun iç talebin durağanlığından dolayı ihracat-bağımlı hale gelen merkezî Avrupa ekonomilerinin ihracat kapasitesine dış etkenlerin olumsuz etkisi göze çarpıyor.
1970’lere referansla ‘Eurosklerosis’ diye adlandırılan merkezî Avrupa ekonomilerindeki durağanlaşma temayülü farklı gerekçelerle tekrar ortaya çıkmış durumda. Ancak Euro bölgesini ve özellikle Almanya’yı tehdit eden koşullar ekonomik kalkınma çevrimindeki konjonktürel bir duraklamadan ziyade köklü sosyo-ekonomik reformları gerektiren yapısal bir krize dönüşmüş bulunuyor. Teorik olarak buna, İkinci Dünya Savaşı sonrası refah devleti ve üretkenliği yüksek sanayi kompleksi üzerine kurulan ve istikrarlı kalkınmayı önceleyen ‘Rheinland’ modeli kapitalizmin, globalleşen Anglo-Sakson kapitalist model karşısında köşeye sıkışmasının ve acı değişim reçetelerini kabullenmemesinin son aşaması olarak bakabiliriz. İş gücü piyasasını esnekleştirme, yarı-zamanlı ve geçici iş gücüne yönelme, yeni teknolojilere ve servis sektörlerine yatırım yapma gibi alanlarda göreceli olarak geciken Almanya’nın bütçesi Doğu Almanya ile birleşmenin getirdiği mali yük ile birlikte tam bir gerilme durumu yaşamaktadır. Artan işsizlik ve gerek alım gücünün azalması, gerekse güvensizlik hissinden dolayı azalan iç talep hem Alman, hem de Euro bölgesi ekonomilerinin yükselen kur ya da petrol fiyatı gibi dış etkenlere karşı daha kırılgan olmaları sonucunu doğuruyor.
Bu bağlamda siyasî geleceği büyük ölçüde Alman ekonomisinin toparlanmasına ve başta işsizlik olmak üzere çığ gibi büyüyen sosyo-ekonomik sorunların çözülmesine bağlı olan Schröder’in Euro bölgesindeki statik makro-ekonomik politika yapımını esneterek çıkış yolları aramasını da normal karşılamak gerekiyor. Örneğin 1990’ların başında yine Almanya’nın isteği ile hayata geçirilen ve Euro bölgesindeki ülkelerin bütçe açıklarına %3, borç stokunun milli gelire oranına da %60 düzeyinde bir tavan getiren -Maastricht ekonomik kriterlerinin belkemiği sayılabilecek- Avrupa Kalkınma ve İstikrar Paktı’nın tekrar gözden geçirilmesi konusunda hararetli tartışmalar yaşanmakta. Bütçe açığı limitinin sürekli olarak aşılması durumunda ilgili ülkelere 10 milyar euroya kadar yaptırım uygulanmasını öngören pakt, son üç yıldır bütçe açığı %3 barajını aşan (2004’te %3,7) Almanya’nın ekonomik canlanması için tam bir ayak bağı durumunda. Almanya ile birlikte açık tavanını aştığı için uyarılan ve 2005’te %3 seviyesinin altında açık sözü vererek cezadan kurtulan Fransa ile bu bütçe hesaplarının teknik itirazlarla iade edildiği İtalya’nın da durumu pek iç açıcı değil.   
İşte 2005 Ocak ayından başlayarak Almanya-Fransa-İtalya liderliğindeki bloğun başını çektiği ve Avrupa Komisyonu’nun da desteğini alarak Avusturya, Hollanda, İsveç gibi bütçe disiplininden hiçbir şekilde taviz verilmemesini isteyen ülkelere karşı başlatılan taarruzun temelinde bu hayatî sıkıntılar yatıyor. Schröder ve Maliye Bakanı Hans Eichel’in teklif ettikleri değişikliklere göre Avrupa Komisyonu’nun bilgisi dahilinde Euro bölgesi ülkeleri “çok istisnai şartlar altında” kendilerine tanınan açık kotasını aşabilecekler ve böylece eğitim, araştırma-geliştirme, ulusal birleşme gibi faktörlerden kaynaklanan giderler istisnai muamele görmüş olacak. Bu grubun takip ettiği mantık örgüsü şöyle özetlenebilir: Euronun uzun dönemde itibarının korunması ancak başat Avrupa ekonomilerinin güçlü bir performans göstererek hızlı ve sürdürülebilir kalkınma trendine girmesi ile mümkün olabilir. Ancak 1990’ların pozitif ekonomik şartlarında dizayn edilen İstikrar ve Kalkınma Paktı’nın içerdiği sıkı mali koşullar hükümetlerin makro-ekonomik politika opsiyonlarını kısıtlayarak ekonomik daralma dönemlerinde geçici canlandırma önlemlerinin alınmasına engel olmaktadır. Öyle ki, uzun dönemli kalkınma momentumunu yitiren Euro bölgesi, ABD’nin hızlı ekonomik büyüme trendine girdiği son dönemde dahi yeterli sıçramayı yapamadı. ABD ekonomisinin yavaşlama trendine girmesinden sonra ise genel ekonomik görünümün ancak olumsuz yönde değişmesi beklenebilir. 
Gerçekten de, bir taraftan yükselen petrol fiyatları ve euronun dolara karşı rekor düzeyde değer kazanması ile Avrupa’nın aşınan uluslararası rekabet gücü, diğer taraftan merkez bankalarının muhafazakâr duruşları ve İstikrar Paktı’nın kısıtlamaları yüzünden bir türlü canlandırılamayan yerli talep son dönemde Euro bölgesindeki genel ekonomik havayı olumsuz yönde etkiledi. Durumun vahametini anlamak için Schröder’in İstikrar Paktı’nın acilen revize edilmesi noktasındaki ısrarına ve gerek Alman gerekse Fransız hükümetlerinin toplam değeri 30 milyar euroyu aşan telekomünikasyon, doğal gaz, nükleer enerji gibi stratejik alanlarda faaliyet gösteren kamu şirketlerinin ilk fırsatta özelleştirilmesi için düğmeye basmalarına bakmak yeterli. İMF ve OECD tarafından yapılan tahminlere bakılırsa, Avrupa Merkez Bankası, euro/dolar paritesinin 1,80 düzeyine çıkmasına engel olmaz ya da olamazsa bu Euro bölgesinde gelecek üç yıl içinde %4.5 düzeyinde bir çıktı azalmasına neden olabilir.
Bu anlamda Alman-İtalyan-Fransız imzalı reform çabalarını, bir taraftan ilgili siyasî liderlerin ülkelerindeki konjonktürel sıkıntıları aşabilmek için geliştirdikleri pragmatik bir ittifakın ürünü olarak, bir taraftan da özellikle Schröder’in, temelleri sarsılan Rheinland Kapitalizmi’ni yumuşak bir geçiş dönemine hazırlama planının ilk aşaması olarak görebiliriz. Bu çabalar Mart ayının son haftasında Avrupa Kalkınma ve İstikrar Paktı’nda öngörülen önemli değişiklerin önce maliye bakanları ardından da devlet ve hükümet başkanları tarafından onaylanması ile somut bir reform niteliği kazanmış oldu. Varılan uzlaşma üçlü bloğun isteklerini tam olarak karşılamasa da, Euro bölgesindeki ülkelere belli koşullar altında %3’lük bütçe açığı barajını “az bir miktarda ve geçici olarak” aşma özgürlüğü getiriyor. Bu arada Schröder’i de, genel seçimler öncesi AB tarafından cezalandırılmanın imaj bozucu siyasî riskinden de kurtarmış oluyor.
Ancak uzun dönemde Euro bölgesinde ekonomik büyüme ve istikrarın sağlanması için para politikaları ile mali politikaların Avrupa çapında uyumlu hale getirilmesinin gerekliliği su götürmez bir gerçek. Üyelerden gelecek itirazlar tahmin edilebilse de, şu an için sadece fiyat istikrarını gözeten Avrupa Merkez Bankası’nın (ABD’deki Federal Rezerve benzer şekilde) istikrar ile genel ekonomik aktivite düzeyini birlikte değerlendiren daha geniş bir perspektife kavuşturulması, Avrupa’nın ekonomik geleceği ve kaybedilen dinamizmin tekrar kazanılmasının koordinesi için hayatî önem arz etmektedir.

Paylaş Tavsiye Et