YAKLAŞIK 15 yıldır laiklik konusuyla akademik düzeyde ilgileniyorum. Yerli ve yabancı literatürü, “din-siyaset ilişkisi” de dahil, takip ettim. ‘Laiklik’ adıyla doktora, “Din ve Siyaset” başlığı ile master dersi verdim. Yine bu konularla ilgili çok sayıda tez yönettim. Uzmanlık birikimimi kullanarak çok sayıda makale kaleme aldım. “Sonuç ne?” diye soracaksınız. Sonuç, “havanda su dövmek”, “nafile işlerle uğraşmak” ve “bir arpa boyu mesafe alamamak” gibi bir boşluk ve anlamsızlık duygusundan ibaret. Söylemeye çalıştığım şey şu: Laiklikten, irticadan dem vurulduğunda, laiklik ve rejimin temel esasları tartışıldığında, bu dar alanda fırtınalar kopartıldığında aslında farklı bir şey konuşuyoruz. Farklı bir kavgayı, bambaşka bir mücadeleyi sürdürüyoruz. Bu farklı şey, yani devlet içinde güç ve iktidar mücadelesi, başka bir yazının konusu; belirtmek istediğim, bu farklı şeyde ‘laikliğin’ olmadığı.
İlk olarak, “laikliği yeniden tanımlamak” şeklinde yeni bir suç icat edenlere ve “Anayasa Mahkemesi kararlarında laiklik tanımının bulunduğu”nu iddia edenlere aldırmayın ikazını yapmak zorundayım. O kadar önemli, o kadar hayatî şeyin, yani ‘laikliğin’ iddia edilen yerlerde bir tanımı yok. Hatta bu iddiada bulunanlara laikliğin tanımını sorduğunuzda anlaşılabilir bir cevap alacağınız da kuşkulu. Bazen “derya içre mahîler” gibi adını sanını bilmeden, tanımına sahip olmadan laikliğin içinde yaşadığımızı düşünebilirsiniz. Gerçek öyle de değil. Sürdürdüğümüz tartışmaların herhangi bir zemini, aslı astarı da yok. Daha da önemlisi, en geniş, en esnek tanımlar içine yerleştirebileceğiniz evsafta bile olsa, Türkiye laik bir ülke değil. Laikliğin olmadığı bir yerde, olmayan şeyi korumaktan bahsetmek, olmayan şey için gerilim yaratmak, ülkeyi adeta krize sokmak ne demek, o halde?
Güç ve iktidar sahipleri pozitivizmin laiklik olduğunu zannediyorlar. Bu sadece bir zehap. Pozitivizmin en ilkel ve kaba biçiminin, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçmeyi başaramamış kaba bilimciliğin ve bilim fetişizminin laiklik olduğunu sanmak gibi inanılması güç, hatta patolojik bir durumla karşı karşıyayız. “İlim ve Fen”nin bugün geldiği yer hakkında en küçük bir fikir sahibi bile olmayanlar, fersah fersah ileride bir topluma “ilim ve fennin rehberliğinde” bir hayat öneriyorlar. Bunun da laiklik olduğunu düşünüyorlar. Bunları söyleyenlerin elinde silah olmasa ya da memleketi müdafaa etmek gibi önemli görevleri olmasa üzerinde durmayabilirsiniz. Ama bu üzerinde durmaya bile gerek duymayacağınız naif görüş, durgun sularda fırtınaların kopartıldığı bir gerginlik olarak boy gösteriyor. Türkiye’de lüzumsuz tartışmaları sona erdirecek, reel sorunlarla uğraşacak enerjiyi muhafaza etmemizi sağlayacak olan püf noktası işte burası. Zihin karışıklığını izale etmek için basit ve anlaşılır bir muhakeme yürütelim.
Laikliği biz icat etmedik. Eden kim? Batılılar. Neden icat ettiler? Din çatışmalarından toplumu korumak için. Laiklik bu çatışmaları nasıl engelledi? Devleti dinler ve dinî inançlar konusunda tarafsız hale getirerek; devletin dinlere, dinlerin devlete müdahalesini yasaklayarak. Böylelikle devlet, tarafsız olduğu için çatışmaları önleyecek bir güç ve konum elde etti. Toplumda çatışmaya yol açması muhtemel inançlar sadece dinî inançlardan mı ibaret? Hayır. 19. yüzyıldan itibaren ilahî dinlerin yanında ve karşısında felsefî inançlar ve ideolojiler ortaya çıktı. 18. yüzyılın aydınlanma felsefesinden 19. yüzyılda pozitivist felsefe türedi. 20. yüzyılda bundan türeyen tarihî materyalizm, yani Marksizm-Leninizm, birçok ülkede din düşmanı resmî devlet ideolojisi olarak yerleşti. Bu inançlar dinlerle çatışmaya girdi. Devletler bu çatışmalarda tarafsızlığı sağlamak zorunda kaldı. Bu yüzden laiklik, devletin dinler, felsefî inançlar karşısında tarafsızlığı şeklinde bir anayasal prensibe dönüştü. Bu tanım, bugün Türkiye’yi de içine alan “evrensel laiklik” anlayışına uyuyor. Avrupa Birliği, ‘laiklik’ tanımı olarak bu tanımı kullanıyor. Bizde de Anayasa’nın 10. maddesi, kamu makamlarına herkese “din ve felsefî inanç konusunda eşit davranma” görev ve sorumluluğu yükleyerek, laikliği “din ve felsefî inanç”lar arasında tarafsızlık olarak tanımlıyor. Buna göre bir kamu makamı, herhangi bir dinî inancı savunamadığı gibi felsefî inançlardan birinin savunmasına da girişemez. Dünyanın başka bir yerinden değil, kendi anayasamızdan çıkan bu hükme uygun davranıldığı takdirde kimse bir sorunla karşı karşıya kalmayacaktır. Bir sorun var mı? Elbette var. Sorun, kamu makamlarının, özellikle Silahlı Kuvvetler’in aleni olarak bir felsefî inancı savunmalarıdır. Pozitivist felsefe, Anayasa’nın 10. maddesine aykırı bir şekilde Silahlı Kuvvetler’in yüksek komuta kademesi ve Cumhurbaşkanı tarafından himaye görmekte, hatta tersine bir yorumla ‘laiklik’ adıyla topluma empoze edilmektedir.
Bu ‘empoze’ durumu, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Kara Harp Okulu’nun yeni öğretim yılı açılış konuşmasında ete ve kemiğe büründü. Komutan, pozitivist felsefeyi ünlü pozitivist filozofların isimlerini de zikrederek, üstelik Atatürk gibi Türk toplumuna bütünüyle mal olmuş bir önderin düşüncelerini de, yanlış biçimde, pozitivizme indirgeyerek savundu. Üstelik bu felsefî inanç doğrultusunda, komuta ettiği silahlı gücü, diğer kamu kurumlarını ve sivil toplum örgütlerini harekete geçmeye zorladı. Anayasamıza göre bu bir suçtur. Bu suçun, öncelikle ve özellikle Anayasa’daki laiklik prensibine karşı işlenmiş bir suç olduğunu anlayamazsak, Cumhuriyetimiz laik bir hukuk devleti olma niteliğini kaybedecektir. Bir başka açıdan bakarak, “Laikliğin yeniden yorumlanmasına itiraz” şeklinde büyütülen ‘irtica’ tehdidi algılamalarının, bu suçu yani doğrudan laikliğe karşı işlenen anayasal suçu kamufle etmeye yönelik bir teşebbüs olduğu ortaya çıkacaktır.
Laiklik prensibinin nefes almasına bile fırsat vermeyecek çarpıtmaların ve toplumsal barışı sağlamak üzere geliştirilen bu esasın kavga konusuna dönüşmesinin altında, laiklik prensibini ihlal eden bu zorlamalar bulunuyor. Bu zorlamalar, başka zorlamalarla dengelenmeye çalışılınca da ortada laiklikten eser kalmıyor. Cumhurbaşkanı’nın “evrensel laiklik” tanımı yerine, “bize özgü bir laikliği” savunmaya çalışırken giriştiği zorlama gibi. “Evrensel laiklik bize uygun değil” diyen Cumhurbaşkanı, bu uyumsuzluğu tamamıyla dinî bir temele dayandırıyor. Farklı dinî inançlara sahip ülkelerde farklı laiklik anlayışlarının geliştiğini ve yerleştiğini söylüyor. Halbuki tam da laikliğe aykırı olan şey, böyle bir anlayışı savunmaktır. Laiklik prensibinin müesses dinlerden etkilendiğini söylemek, dine göre bir laiklik tanımına götürecektir bizi. Bir anayasal prensibi, hatta inançlarla ilişkimizi düzenleyen bir prensibi dinlere göre tanımlarsak, ortada laiklik diye bir şey kalır mı?
Hangi din olursa olsun laiklikten bahsedebilmemiz için devletin inançlar konusunda tarafsız olması şart. Devlet dine, din devlete müdahale etmeyecek. Farkında olmadığımız şey bu inançlara felsefî inançların da dahil olduğu. Beyhude kürek çekmeyi bırakmanın, enerjimizi tüketen bu bıktırıcı laiklik tartışmalarına son vermenin yolu, devleti felsefî inançlar alanında da tarafsız kılmaktan geçiyor.
Paylaş
Tavsiye Et