Konuşan: Ebru Afat
ABD ile SSCB’nin nüfuz alanları etrafında şekillenen Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin ardından yeni bir dünya düzeni ya da düzensizliği başladı. Bu kaotik dönemde ABD zafer çığlıkları eşliğinde rakipsizliğinin tadını çıkarırken; AB çatısı altında toparlanmaya çalışan Avrupa, yükselişe geçen Hindistan ve Çin, yeni yeni belini doğrultmaya başlayan Rusya ve artık büyük oyunlar oynamak isteyen Japonya gibi aktörler de manevra alanlarını genişletme imkânına kavuştular. Ancak ABD’nin uluslararası sistem üzerindeki hegemonyasını 11 Eylül saldırılarının ardından yeni bir dünya imparatorluğu inşası çabasına dönüştürmesi dünyayı bir kez daha büyük bir bunalımın eşiğine getirdi.
SETA (Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) tarafından 1-3 Eylül tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen Uluslararası Vatandaşlık, Güvenlik ve Demokrasi Konferansı’nda “Göz Kırpma Politikaları: Amerika’nın Araplara ve Müslümanlara Yaklaşımı” başlıklı bir tebliğ sunan Amerikalı akademisyen Charles E. Butterworth ile ABD’nin son dönemde izlediği politikaların neden ve sonuçlarını konuştuk. Maryland Üniversitesi Yönetim ve Politika Bölümü öğretim üyeliği görevini yürüten ve uzmanlık alanı İslam siyaset felsefesi olan Prof. Butterworth’un İbn Rüşd ve Farabi üzerine çok sayıda çalışmasının yanı sıra İslam Felsefesinde Siyasi Düşüncenin Gelişimi (Pınar Yayınları, 1999) isimli bir kitabı da Türkçe’ye çevrilmiş bulunuyor.
İsterseniz, dünya siyasetinin işleyiş biçimini konuşmakla başlayalım. Uluslararası ilişkilerin temel özellikleri ve dinamikleri nelerdir?
Bu büyük bir soru. Sorunuzu İstanbul’a gelirken özellikle konuşmak istediğim bir konu olan 2006 Haziranı’nda Ortadoğu’da başlayan olayları eksene alarak yanıtlamak istiyorum. Sorun, şu an için anlaşılması güç bir durumla karşı karşıya olmamızdır. İsrail kendisine tehdit olarak algıladığı her kim varsa, onu bertaraf etmek için saldırıya geçme kararı aldı. Hamas’a karşı başlattığı saldırılarını Hizbullah’a karşı sürdüren İsrail bu şekilde bölgedeki zayıf devletleri korkutuyor. Ancak bu saldırılar Hamas ya da Hizbullah cephanelikleri yerine sivillere yöneldi. Ve ABD bu durumu yargılamak için önayak olmak şöyle dursun, hiçbir eleştiri yapmadan İsrail’i destekleme kararı aldı.
O zaman doğrudan bu konuyla ilişkili bir soru sormak istiyorum. Bildiğiniz gibi şu an Lübnan’a gönderilmek üzere bir Birleşmiş Milletler Barış Gücü oluşturuluyor ve bunun için değişik ülkelerden asker toplanıyor. Mevcut Türk hükümeti de Lübnan’a asker göndermek konusunda oldukça istekli görünüyor. Bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce Lübnan’a asker göndermek Türkiye’nin stratejik çıkarları ve Lübnan halkı açısından doğru bir karar mıdır?
Bu soruyu cevaplamadan önce, Lübnan’a yeni bir Barış Gücü gönderilmesinin çözüm olarak sunulmasının beni şok ettiğini söylemek isterim. Gerçek çözüm İsrail’e Lübnan’ı terk etmesini, geçiş yerleri oluşturmayı durdurmasını ve neden olduğu hasarı ödemesini söylemektir. Türkiye, İsrail ile iyi ilişkileri bulunan bir ülke olarak İsrail’in bunu yapmasını sağlarsa, bu elbette çok iyi olur. Ama tabii ki siz bunun Türkiye için iyi olup olmayacağını sormak zorundasınız. Bu bana göre doğru bir karardır. Ama Türkiye’deki siyasetin dinamiklerini tam olarak kavrayabildiğimi söyleyemem. Zira bana doğru görünen bir durum Türkler için büyük bir sorun teşkil edebilir. Mesela Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği de böyle bir olaydır. Türkiye Lübnan’a asker göndermekle bana göre dünyanın, Batı dünyasının bir parçası olduğunu göstermektedir ve bu olumlu bir gelişmedir.
Başbakan Tayyip Erdoğan “Ortadoğu’daki gelişmelerin bir parçası olan Türkiye’nin, oyunda mutlaka yer alması gerekir; Lübnan’daki insanlara da ancak bu şekilde yardım edebilir” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım sergiliyor. Siz Başbakan’ın bu görüşüne katılıyor musunuz? Türkiye gerçekten de Ortadoğu’da oynanan oyunun ya da oyunların önemli bir aktörü müdür?
Bölge üzerine kafa yoran bizler genellikle böyle düşünmüyoruz. Ama Türkiye’nin önemli ve ağır bir aktör olarak kabul edilmeyi hak ettiğini düşünmeye başlamak yerindedir. Önümüzdeki iki ay içinde bölgede çok ciddi gelişmeler olabilir. Dolayısıyla Başbakan doğru bir karar vermiş bana göre. Gerçekten çok doğru bir karar.
Peki, Türk askerlerinin muhtemel bir Hizbullah-İsrail çatışmasının arasında kalmaları, hatta Hizbullah ile karşı karşıya gelmeleri halinde ne olacak?
Yani “Müslümanlar Müslümanlara karşı” durumu söz konusu olabilir, diyorsunuz. Endişelerinizi anlıyorum ama size bir olay anlatayım. Bazı şeylerin çok iyi bilinmesi gerekiyor. 2000 ile 2006 yılları arasında sadece 6 İsrailli Hizbullah tarafından öldürüldü. Hizbullah her gün saldırmıyor; öte taraftan çok sayıda Lübnanlı, İsrail tarafından öldürüldü. Bu yüzden, Türkiye’nin İsrail ile çatışma ihtimali Hizbullah ile çatışma ihtimalinden daha fazladır.
Ben İsrail’in Türk birliklerine saldıracağını düşünmüyorum, çünkü İsrailliler bunu yapmayacak kadar zekidirler.
Bu kadar emin olmayın. İsrailliler hata yapma ve sonra bundan dolayı özür dilemek konusunda çok ustadırlar.
İsterseniz güncel gelişmelerden teorik meselelere geçelim. Uzmanlık alanınız İslam siyaset felsefesi olduğu için bu çerçevede bir soru sormak istiyorum. Bize Ortaçağ’dan bu yana siyasetin, özellikle de dünya siyasetinin doğasının çok fazla değişmediğini veya değiştiğini söyleyebilir misiniz?
Fazlasıyla değiştiğini düşünüyorum. Öncelikle değişimin safhalarını ele almamız gerekiyor. Ortaçağ’da her ülke bir tek güç tarafından yönetiliyordu. Batı’da ve Kutsal Roma İmparatorluğu’nda çok farklı krallıklar ve Doğu’da da bunların karşısında çok geniş bir alana yayılmış Halifelik vardı. Artık büyük ve önemli roller oynayabilen küçük uluslar ve hatta bunların da ötesinde, tıpkı bu yaz yaptıkları eylemlerle uluslarını tehlikeye atabilen Hamas ve Hizbullah gibi gruplar var dünya sahnesinde. Ortaçağ’da herhangi bir birey ya da grubun bunu yapabileceğini hayal bile edemiyorum.
Ancak özellikle de ABD’nin son zamanlarda bir imparatorluk gibi davrandığını görüyoruz. ABD bazen öyle hareketler yapıyor ki, sanki Ortaçağ’da ya da 18. yüzyılda yaşıyormuş izlenimine kapılıyoruz. Siz bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Söylediklerinize aynen katılıyorum. Burada şöyle bir hakikatin olduğunu düşünüyorum; diğer insanlar ve tabii ki Amerikan halkı ABD’nin büyük bir güç olduğu ve bir imparatorluk gibi hareket edebileceği konusunda bir şekilde ikna edildi ve ABD de yeni çıkarlar elde etmek için böylesi bir harekât başlattı.
Dolayısıyla diğer taraftan siyasetin doğasında çok az bir değişikliğin yaşandığını söyleyebiliriz.
Ulusların uzun dönemli savaşlarından sonra bazı devletler çok güçlü hale geldiler ve hegemonya kurmak istediler. On yıl öncesine kadar sadece iki büyük ulus vardı: ABD ve SSCB; ancak şu an bir tek ABD var.
Peki bu şartlar altında Müslüman dünyasının şu anki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Dr. Bobby Sayyid, İslam tarihinin başlangıcındaki Yermük (636) ve Kadisiye (637) savaşlarından beri dünyada Müslüman bir süper gücün olmadığı hiç bir dönemin yaşanmadığını, ancak bugün süper güce sahip bir Müslüman devlet olmayışının dünya sistemi içerisinde güç dengesizliğine yol açtığını iddia ediyor. Siz Sayyid’in bu görüşüne katılıyor musunuz?
Bu tespit doğru olabilir. ABD bugün Irak ve Afganistan’ı işgal etti, yarın daha fazlasını da yapabilir. Oysa 2002 başında Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah’ın önerdiği barış planı iyi bir plandı. Buna göre Ortadoğu’da barışın gerçekleşmesi için İsrail 1967 sınırlarına çekilecek, özellikle de Batı Şeria ve Gazze’yi boşaltacak ve bütün Arap devletleri de İsrail’i tanıyacaklardı. Ancak Ariel Şaron bu plana Cenin’i işgal ederek yanıt verdi. Şaron’un bu hareketi barış olasılığını ortadan kaldırdı ve
George Bush bu konuda sessiz kaldı. Ardından Beyrut’ta Arap Birliği Zirve Konferansı düzenledi ve bu zirveden Prens Abdullah’ın planının iyi olmadığı yönünde bir karar çıktı. O zamandan beri Ortadoğu’da herkes ulus olarak karar vermek ve kendi doğru yönünü bulmak için uğraşıyor. Ürdün, Irak sınırındaki gelişmeler; Suriye ise bu yaz Beyrut’ta yaşananlar yüzünden oldukça endişeli. Mısırda neler olup bittiğini kim biliyor? Her halükarda şu sıralar Ortadoğu’da neler olup bittiğini anlamak oldukça zor.
Şayet dünyada Müslüman bir süper güç olsaydı, İsrail Lübnan’a saldırabilir miydi ya da ABD, Irak ve Afganistan’ı işgal etmeyi göze alabilir miydi?
İslam ülkeleri arasında sıkı bir örgütlenme olsa, hepsi tek ses olsa belki. Ama böyle bile olsa ABD’ye ne diyebilirler ki? Bir kere ABD’ye kesinlikle askerî olarak karşılık veremezler. Olsa olsa, “Direniriz, sizi ticarî olarak boykot ederiz” derler ve petrolü bir koz olarak kullanma yoluna gidebilirler. Aslında ABD’nin İran’ı bombalamasını tek bir şey engelleyebilir: ABD’nin İran’ı yok etmesinin onlara ne kadar pahalıya mal olacağının Amerikalılara gösterilmesi.
Dışarıdan bir müdahale olmaksızın Müslüman halkların, bilhassa Ortadoğu’daki Müslüman halkların kendi kaderlerini çizebilecek bir potansiyele ve güce sahip olduklarını düşünüyor musunuz?
Şu an için hayır.
Peki ya yakın gelecekte?
Elbette ki bunu başarabilmelerini çok isterim; ancak şurası bir gerçek ki, bugün Avrupa dahi ABD’yi dize getiremez. İyi bir müttefik olursunuz, barışı sağlarsınız ve zorunlu olarak kurallara uyan uluslar olursunuz. İşgali durdurmak elinizde değil. Burada oturup ciddi ciddi ABD’nin İran’ı, nükleer enerji çalışmalarından hoşlanmadığı gerekçesiyle, bombalayıp bombalamayacağını konuşmak çok tuhaf. Üstelik ABD İran’a saldırmazsa, İsrail’in bunu yapma kararlılığı içinde olduğu görülüyor. Açıkçası, makul olmak istemeyen bir ABD karşısında Müslüman ülkeler ne yapabilir? Bu noktada ABD’de sağduyu ve gerçekçiliğin galip gelmesinden başka hiçbir şey, dünyanın bir felaketin eşiğine sürüklenmesini engelleyemez. Ne yazık ki bu da şu an için fazla yakın bir ihtimal olarak görünmüyor.
Uluslararası Vatandaşlık, Güvenlik ve Demokrasi Konferansı’nın açılış oturumunda sunduğunuz tebliğde, ABD’nin Araplara ve Müslümanlara olan çifte standartlı yaklaşımını yorumladınız. Bu çerçevede ABD’nin Ortadoğu planlarının mantığını tahlil edebilir misiniz? ABD’nin izlediği stratejiler ne kadar gerçekçi ya da kendi çıkarlarına ne derece uygun?
“Ortadoğu’da bir tek demokrasi vardır o da İsrail’dir; bölgedeki diğer bütün ülkelerin demokratikleştirilmesi gerekir” düşüncesinin hiçbir mantığı yok! Bazı sebeplerden ötürü Türkiye’nin de yeni bir demokrasi olarak Ortadoğu’ya örnek teşkil ettiği düşünülüyor. Bunu bir dereceye kadar dikkate alıyorum; çünkü ABD ile Türkiye müttefik iki ülke. Ancak Lübnan Ortadoğu’da serbest seçimlerin yapılabildiği bir ülke; ama biz bunu hatırlamıyoruz bile. İsrail için, Lübnan’ın iyi kötü bir demokrasiye sahip olmasının pek bir önemi yok; çünkü en ufak bir kriz hâlinde Lübnanlılara saldırmaya kalkışıyorlar. Mısır’ın demokrasi açısından endişe edilecek bir tarafı yok; çünkü Mısır üzerinde ciddi bir etkiye sahibiz. O sebeple Hüsnü Mübarek’i hukuka uymaya zorlamak noktasında yapabileceğimiz hiçbir şeyi yapmıyoruz.
Gördüğünüz gibi her şey çok basit ve böyle olmasının elbette bazı sebepleri var. ABD’nin çevresine, müttefiklerine ve Ortadoğu’ya bir bakın; ABD’nin politikalarının altında yatan sebebi anlarsınız. Ya bizim koyduğumuz kurallar yürürlüktedir ya da adaletsiz, başıbozuk kimselerin kuralları... Bazıları bütün bunları ABD’nin ekonomik çıkarlarıyla ilişkilendiriyor; eğer bir ülkenin ABD ile ekonomik ilişkileri varsa ve bu ilişkiler güçlüyse hiç kimse o devlet üzerinde zorla baskı kuramaz. Her ne kadar Irak ve Afganistan’da başarısız olsa da, değişim talebimizin başka bir sebebi yok. Yine de amacımızı, yani terörizmle savaşmak zorunluluğunu bir dereceye kadar gerçekleştirdiğimiz söylenebilir.
Gerçekten de ABD’nin Ortadoğu’ya demokrasi getirmek istediğini düşünüyor musunuz? Çünkü muhtemelen Ortadoğu’ya gerçek demokrasinin gelmesi ABD’nin çıkarları açısından pek de iyi olmayabilir.
Eğer Mısır ve Suudi Arabistan’a bakacak olursak söylediğinizde haklısınız; gerçek demokrasinin gelişi, bu örneklerde ABD’nin çıkarlarıyla örtüşmez. Fakat ya Ürdün’e ne demeli? Ürdün anayasal monarşiyle pekâlâ yönetilebilir. Biz ABD olarak din adamlarının yönetimini esas alan rejimlerden hoşlanmıyoruz. Suriye’den ve İran’dan hoşlanmıyoruz ve onları değiştirmek istiyoruz ki, bunun üzerinde iyice düşünmemiz gerekiyor. Suriye’de yanlış olan nedir? Suriye’nin yanlışı, İsrail’e karşı koymasıdır. Suriye ve İsrail arasında bir gerilim var. Peki, İran’da yanlış olan nedir? Bilmiyoruz, ama İran’ın aşırı derecede İslamî olduğunu düşünüyoruz; bu sebeple onu daha laik bir hâle sokmak istiyoruz. Orada görmek istediğimiz şey, dans etmeyi seven, Batılı olan her türlü şeyle ilgilenen insanlar ki böylesi bir kitle, mollaları devirme yoluna gidebilir. Böyle bir şey İran’da olabilir mi, bilmiyorum. Ne olup bittiğine dair berrak bir fikre ve anlayışa sahip değiliz. Bir hususu gayet iyi biliyoruz ki o da şu: Eğer bir rejim İslamî kurallara bağlı ise, insanlar arasında İslam’a olan ilgi yaygınlaşıp büyüyorsa, bunu savaşılması gereken kötü bir gelişme olarak görüyoruz.
Biz devletlerin önce kendi menfaatleri, sonra da dünya gerçekleri doğrultusunda yönetildiğini öğrendik. ABD de böyle mi yönetiliyor?
Ben size olanı söyleyeyim: Çok güçlü bir lobi, İsrail’i incitmeyecek bir Amerikan politikası takip etmenin ABD’nin yararına olduğu noktasında sorumluluk makamındaki insanları ikna etti. Bunun altında yatan birçok sebep var. Kongredekiler, yani temsilciler ve senatörler gerçekte olup bitenleri dikkate almıyorlar; sırf İsrail’in gündemine hizmet edecek bir doğrultuda çalışıyorlar. Çünkü İsrail’e karşı çıkarlarsa, kendilerinin zarar göreceklerini biliyorlar. Bir ulusun hassas çıkarları üzerinde konuşabilmek çok güzel; ama ulusun hassas çıkarlarının ne olduğunu kavrayabilmeniz için, öncelikle seçilmeniz lâzım. Kendi çıkarlarını düşünmeyen bir seçilmiş de düşünülemeyeceğine göre, temsilcilerin ve senatörlerin tavrının nedenini anlayabiliriz. ABD’de Ortadoğu’yu tartışmak pek arzulanan bir durum değildir; dolayısıyla bu türden tartışmalar göz ardı edilip bir köşeye itilir. Halkın da bu önemli konular hakkında hiçbir bilgisi yoktur.
ABD’nin tüm dünyada hayret verici işler yapmasına ve bunların büyük çoğunun ülkenin çıkarlarına ters düşmesine rağmen, halkın Bush yönetimini desteklemeyi sürdürdüğünü görüyoruz. Bunu nasıl açıklarsınız? Mesela, Lübnan’da işlerin yolunda gitmemesi halinde Erdoğan hükümeti çok zor bir durumda kalacak. Dünyanın çoğu ülkesinde de bu böyle olur. Fakat ABD’de işler hiç de böyle yürümüyor, bu ilginç değil mi sizce?
ABD’deki bu durum çok kendine özgü bir gelişme. Seçilmemiş bir başkanımız var. 2000’deki seçimleri George Bush mahkeme kararıyla kazandı. Florida’da yaşanan seçim sonuçları rezaletini bütün dünya gördü. 2004’te ise seçilmekten ziyade tercih edildiğini söylemek daha yerinde olur. Peki, niçin tercih edildi? Çünkü ABD olarak Irak’ı işgal ettikten sonra bir savaşın içerisindeydik ve insanlar kriz durumlarında liderlerini değiştirmek istemezler.
Kasım ayında ABD’de Kongre seçimleri yapılacak. Eğer muhalefet iyi adaylar gösterebilirse,
Kongre’de çoğunluğu elde edebilir. Sorun, doğru dürüst adaylarla halkın karşısına çıkamayışları... Ne olacağını kestiremediğiniz bir aday olunca seçiminizi diğerinden yana kullanıyorsunuz ve biz de böyle yapıp ‘kötü’yü seçtik. Ayrıca Amerikalılar olarak bizler radikal değişimlerden pek hazzetmeyiz. Gençliğimde ben de Vietnam’a karşı ABD ordusunda görev yaptım; zorlu bir dönemdi. Ordudan kaçanların aleyhindeydik. Şimdi yeniden böyle şeylerin olması çok zor görünüyor. Bu önemli bir şey.
Bir başka önemli şey ise, birçok Evanjelik yani köktendinci Hıristiyan’ın varlığına rağmen biz Amerikalılar son derece seküler insanlarız ve dünyanın geri kalanının da böyle olmasını isteriz. Bu noktada ABD’nin rıza gösterdiği İslam ile İslam dünyasının istediği İslam arasında büyük bir çelişki ortaya çıkıyor.
Amerikan halkının kendi ülkesinin izlediği politikalara karşı ilgisiz bir tavır takınmasının tek sebebi medya mıdır? Çünkü sunumunuzda ana akım medyanın yönlendirmelerinden bahsettiniz. Yani Amerikan medyası değişse, Amerikan halkı da değişecek mi?
Doğrusu bundan pek emin değilim. Bir örnek vereyim: Bildiğiniz gibi 30 Ağustos’ta Necip Mahfuz vefat etti. Mahfuz’un vefatının ertesi günü ABD’den ayrıldım, uçakta Washington Post gazetesini okurken bir de ne göreyim? Necip Mahfuz hakkında iki makale yazılmış; ama ikisi de son derece aptalca yazılardı. Yazarların Mahfuz’un eserlerini okumadıkları ve bu makaleleri kulaktan dolma bilgilerle çalakalem yazdıkları çok belliydi. Niye bir insan, doğru düzgün okumadığı bir yazar için methiye düzmeye kalkışır ki! Bu yazılarda Necip Mahfuz hakkında değinilen tek bir şey vardı; o da 1994’te uğradığı suikast. Post yazarı, Mahfuz’un bir radikal İslamcı tarafından bıçaklandığına değiniyor ve hemen ardından da saçma sapan bir bağlantı kurarak aynı zihniyetin 11 Eylül’ü gerçekleştirdiğini söylemekten geri kalmıyordu. Ardından Frankfurt’a geldim, orada yayımlanan bir gazetede yine Necip Mahfuz hakkında iki makale vardı. Ama bambaşka bir dünya resmedilmişti. Her iki yazar da Mahfuz’un edebî ve sanatkâr kişiliğinden, Mısır’daki hayatı, eserlerinde ne kadar güzel aksettirdiğinden, alt sınıfların durumunu fevkalâde tasvir ettiğinden bahsediyordu. Şimdi bir ABD basınının ucuz numaralarına bakın, bir de Avrupa basınının ciddiyetine...
Yani Avrupa basınındaki yazarlar, Mahfuz’u bir siyasî malzeme olarak kullanmak yerine onun edebî kişiliğini öne çıkarıyorlar...
Evet. Serbest kürsü bölümünde yer alan bir başka yazıda da Mahfuz’un hayatının farklı devreleri üzerinde duruluyor ve bu devrelerin onun romanı üzerindeki etkileri tahlil ediliyordu. Mısır’daki devrimden sonra Nasır’ı tenkit etmesinden tutun da, yaşlılık devresinde Mübarek’e getirdiği eleştirilere varıncaya kadar içeren incelikli bir tahlil. Bunları kaleme alan gazeteci daha duyarlı bir kimse ve Mısır’a, Araplara ya da İslam’a karşı daha sıcak bir bakışı var. Belki Amerikan medyasının tavrı daha zekice ya da kurnazca; ama kesinlikle daha dürüstçe değil. Bence medyamız okurlarına ya da seyircilerine karşı daha dürüst olmalı ve dünyada olup bitenleri daha doğru bir şekilde muhataplarına aktarmalı. Belki bu bütün meseleleri çözmez; ama hiç değilse çözüme giden yolda bir nebze olsun yardımcı olur.
Realist ekolden iki ünlü siyaset bilimci olan John Mearsheimer ile Stephen Walt tarafından kaleme alınan ve İsrail lobisinin ABD dış politikası üzerindeki etkisini eleştiren makalenin geçtiğimiz Mart ayında London Review of Book dergisinin internet sitesinde yayımlanmasının ardından İsrail’in ABD üzerindeki etkileri tartışılmaya başlandı. Bu iki akademisyen beklendiği gibi anti-semitist olmakla suçlandılar; ama yine de bir tartışma başlattılar. Bu tartışmanın diğer akademisyenler, yazarlar, gazeteciler tarafından sürdürüleceğini düşünüyor musunuz?
Nasıl sürdürülsün ki? Aklınıza gelebilecek her yönden saldırılara hedef olabilirler. Bunu düşünmelisiniz. Gerçekten her şeyi kaybetmeyi göze alabilir misiniz? Mearsheimer ile Walt uzun süre kendilerini savunmayı reddettiler. Kendilerini âdeta susarak savundular ve olup biten hakkında hiçbir açıklamada bulunmadılar. Bazı insanlar bunun realist bir duruş olduğunu söylediler; ama bu pek de iyi bir realist duruş değildi. Daha sonraları, eleştirildiğiniz şey hakkında kendinizi savunmak için ille de bir şey söylemenizin gerekli olmadığı gibisinden argümanlar dahi ileri sürüldü.
ABD’de hâlihazırda mevcut güç dengelerini değiştirmek mümkün mü? Yani ABD’nin politikalarında ve sisteminde yakın gelecekte bu türlü bir değişimi imkân dâhilinde görüyor musunuz?
Bu söyleşiyi 7 Kasım’dan, yani Kongre seçimlerinden sonra yapmalıydık. Eğer Kasım’daki seçimde Cumhuriyetçiler kaybederse, bu sorunuza cevabım evet olur. Yani sorunun cevabı duruma göre değişir.
ABD’de Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti dışında üçüncü bir partinin bırakın yönetime gelmeyi, Kongre’de temsil edilmesi bile mümkün değil. Hâlbuki diğer ülkelerin parlamentolarında daha fazla sayıda parti temsil imkânı bulabiliyor. Hükümetin Muhafazakâr Parti ile İşçi Partisi arasında el değiştirdiği İngiltere’de bile Liberal Parti, George Galloway’in Respect Party (Saygı Partisi) gibi partiler parlamentoya temsilci gönderebiliyorlar. ABD’nin seçim sisteminin gerçekten de demokratik olduğunu düşünüyor musunuz?
Demokratik olmamız gerekmiyor, zaten hiçbir zaman da demokratik olmadık. Biz demokrasiyi, cumhuriyetin bir kâbusu olarak çoktan alaşağı ettik. Ben de daha fazla partiden hoşlanırım; ama cumhuriyetçilik âdeta kollarımızı budadı. Federalizmin bir parçası da üç, dört ya da beş partinin var olmasıdır. Fakat niye ABD gelişti? Çünkü iki parti var ve bu daha az gürültü ve istikrar demek. Dolayısıyla bütün kavga merkez için verilir. Merkezden en çok oyu almak istersiniz, kendi bölgenizin dışından gelecek oyları değil. John Kerry seçimi neden kaybetti? Çünkü insanlara çok cazip görünmedi.
Fakat böyle olduğu takdirde ABD’nin politikalarının değişmesi imkânsız; doğrusu gelecek seçimde Demokratlar seçilse bile ABD’nin politikalarının değişeceği hususunda kuşkuluyum.
Ortaya çıkacak durum, her halükarda zenginlerin lehine olacak ve bu Ortadoğu hususunda ümitvar olanların beklediklerinden çok uzak bir sonuç. Şahsen ben sadece Irak’tan çekileceğimizi ümit ediyorum; kesinlikle daha fazlasını değil!
Biraz karanlık ve kötümser bir tablo çizdiniz...
Evet, öyle ne yazık ki.
Söyleşi için teşekkür ederiz.
Paylaş
Tavsiye Et