Konuşan: Alim ARLI
Türk Düşüncesi’nin son yüzyıllık serencamı zengin bir birikim olarak karşımıza çıkıyor. Fakat geçmiş dönemlerden farklı olarak günümüzde Türk Düşüncesi’nde bir yoksullaşma ve tıkanma söz konusu. Bu konular üzerinde çalışan ve Türk düşünce tarihindeki “süreksizlik ve hafızasızlık” sorununa sürekli olarak dikkat çeken Kurtuluş Kayalı bu ayki SöyleşiYORUM’un konuğu.
Ankara Üniversitesi DTCF Tarih Bölümü Öğretim Üyesi olan Prof. Kayalı, aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden lisans ve Siyaset Bilimi Bölümü’nden de doktora dereceleri aldı. ODTÜ ve Anadolu Üniversitesi’nde dersler verdi.
Kayalı’nın Türk düşünce, siyaset ve sinema tarihi üzerine pek çok çalışması bulunuyor. Bunlar arasında Ordu ve Siyaset: 27 Mayıs-12 Mart; Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri; Türk Düşünce Dünyasının Bunalımı: Görüntüdeki Dinamizm-Gölgedeki Tıkanıklık; Türk Kültür Dünyasından Portreler; Düşüncenin Coğrafyası 1: Toplumdan Soyutlanmış Düşünce ve Direnç Potansiyeli; Yönetmenler Çerçevesinde Türk Sineması; Keşke Herkes Papağan Olsa: Mizah Üzerine Yazılar 1; Metin Erksan Sinemasını Okumayı Denemek bulunuyor.
Türk sosyoloji tarihi, Türk mizah tarihi ve Türk sineması üzerine lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri veren Kayalı, pek çok derginin editörleri arasında bulunmakta ve birçok ulusal dergide yazılar yazmaya devam etmektedir.
Sizin Türk Düşüncesi üzerine, özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarıyla 1940, 50 ve 60’larda Türk düşünce dünyasının gündemindeki değişimler üzerine yoğunlaşan pek çok çalışmanız var. Şu anda Türk Düşüncesi’nin gündemini belirleyen meseleler geçmişe kıyasla nasıl görünüyor? İçinde bulunduğumuz dönemde bir Türk Düşüncesi’nden veya Türk Düşüncesi gündeminden bahsetmek mümkün mü?
Dönemler arasında kıyaslama yapmak mümkün. Fakat son dönemde, şöyle bir genelleme yaptıktan sonra, meseleye belki daha doğru noktadan girebiliriz. Geçmiş dönemle kıyasladığımız zaman metinler, yayınlanan kitaplar önemli. Son dönemde telif kitap sayısı olağanüstü sınırlı. Bu tabii Türkiye’de Türk Düşüncesi’nin gündeminin olmadığı anlamına gelmiyor. Ama telif metinlerden ziyade, çok yoğun bir şekilde tercüme metinler var. 1980’den önce, tercüme eserler basan bir yayınevi yoktu. Şimdi ise neredeyse sadece tercüme yayınlanıyor. Bu metinler bir bakıma bizim düşünce gündemimizi tayin ediyor. Burada bariz bir soru işareti var: Bu genel yaklaşımlar, sorunlarımızla ilgisi açısından, bizi ne ölçüde temsil ediyor? Şu, ciddiyetle üzerinde durulması gereken bir şey: Türkiye’de sayıları hiç de az olmayan entelektüeller, düşüncelerini bu eksenden oluşturmaya çalışıyor. Peki, ama bu tercüme eserler, yoğun bir tarzda kavranıyor mu? Orada da bir soru işareti var. Tarih ve sosyolojiye baktığınızda, bunlar Türkiye’de düşüncenin ana merkezine geliyor ve ana merkezinde şekilleniyor. Ama şunu da görüyoruz: Tarih ve sosyoloji alanında makro mahiyette çeviri metinler yok. Tarih-sosyoloji ilişkisi çok bağlantılı bir şey. Mesela Tarihsel Sosyoloji diye bir metin var, ama bu sorunlar da Türkiye’de teorik düzlemde düşünülmüş değil. Türkiye’de düşüncenin aktığı mecrada, tarih ve sosyolojik meseleler iç içe girmiş vaziyette. Meselenin bir yanı bu. İkinci yanı, bunlar kuramsal düzeyde algılanmış ve özümlenmiş metinler olsa bile -ki ben özümlenmiş metinler olarak görmüyorum- bunların Türkçede neye tekabül ettiğinin sorgulanması söz konusu değil. Daha yenilerde, bir dergide Şerif Mardin üzerine bir sayı çıkıyor. Şerif Mardin Türkiye’de tarihçilik ve sosyal bilim çalışmalarını değerlendirirken mealen şunu söylüyor: “Genel mahiyette kuramsal metinlerin Türk tarihine, yakın dönemine, Türk toplumuna uyarlanma biçiminde sorun var. Bunlar sadece soyut olarak ve bir şekilde Türk toplumundan yalıtılmış olarak gündeme geliyor.” Kaba hatları itibariyle baktığımızda, Türkiye’de düşünce hayatının meselelerinin, Türkiye’nin toplumsal yapısından yalıtılmaya başlandığını görüyoruz. En büyük, en kronik problemlerden biri bu. Olumluya yönelik bir gidiş de var. Tarihin, Türkiye’de düşünce alanında en merkezî yere gelmesi olumlu bir durum. Sosyolojik çözümleme açısından da öyle; ama eski dönemin aksine bu tür metinler makro analizlerle değil, daha mikro analizlerle gündeme geliyor. 1960 ve 70’lerde Türkiye’nin toplumsal yapısı konusunda bol miktarda telif metin varken; bugün hiçbir biçimde telif metin olmadığını görüyoruz. Yani bu bir temel problem olarak kendini hissettiriyor.
1950’den sonraki Türk düşünce hayatı, Türkiye’nin son 200 yıllık Batılılaşma macerasına ilişkin önemli bir sorgulama dönemi olarak beliriyor. Eskiye nazaran, günümüzdeki Türk düşünürleri, Batı’yı daha çok bilmekle beraber, Türk toplumunu, Türk Düşüncesi’ni çok daha az biliyorlar. Tanpınar, Berkes, Orhan Şaik Gökyay çapında münekkitlerimizin benzerleri neden artık az? Kendimizi kavramaktan çok uzak bir noktaya mı düşüyoruz?
Batı Düşüncesi’nin de bütünüyle kavrandığı kanaatinde değilim. Burada ciddi soru işaretleri var. İlk başta söylemeye çalıştığım hikâyelerden biri de bu. Bizim bunları doğru bir şekilde, kapsayıcı bir tarzda kavramış olmamız halinde kendi problemlerimizle de bağlantılandırmamız mümkün olabilir. Ama Türkiye’de insanlar, geçmiş dönem birikimiyle ilgilenmiyor. Bir çelişki yaşıyoruz belki. Bizim eski dönem düşünce hayatımız Batı’ya çok kapalıydı. Belki gerektiğinden fazla kapalıydı. Yeni dönem düşünce hayatımız Batı’ya olağanüstü açık olmasına karşın, kendine yönelik bir kapalılık taşımaya başladı. Doğan Avcıoğlu 1960’lı yılların ortalarında İslamiyet ve Sosyalizm broşürünü çevirdiği zaman, belki tam da bu durumu söylemeye çalışıyordu: Diyordu ki, “ben Fransa’nın sosyal, kültürel ve ekonomik tarihini çok detaylı bir biçimde biliyorum ve fakat Türk tarihini doğru düzgün bir tarzda bilmiyorum.” Bu, adamı Türkiye’nin Düzeni’nden, Türkiye’nin Tarihi’ne kadar götürdü. Şimdi yeni dönemde bu tür bir merak, bir eğilim yok. O yıllarda üçüncü dünyacılık falan gündemde. İşin siyasal boyutları da var. Yani eksikliği olduğunu bilerek, kendi toplumuna dair bilgilenme eğilimi ve süreci söz konusu. Şimdi ise bize, kendi toplumumuz hakkında bilgilenmenin çok anlamlı olmadığı söyleniyor. Hatta ilginç bir şey, adamın biri, “benim kendimi Türk Düşüncesi’ne bağlı hissetmem ilkel bir şeydir” diyor. Yani bu noktadan bakmanın mantığı olmadığı söyleniyor. Yeni dönemde Türkiye’nin dünya ile bütünleşmesi noktasından baktıkları takdirde de, Türkiye hakkında bilgilenmenin anlamsız olduğu şeklinde bir değerlendirme ortaya çıkıyor. Ayrıca eski dönem Türk Düşüncesi’nin önemsenecek, yaslanacak bir kaynak olmadığına dair bir eğilim var. Dikkat ederseniz, bu iki örnek, çok eski dönem insanlarının örneği. Biri 1908 doğumlu, diğeri de o dönemlere yakın bir tarihte doğmuş. Bunlardan daha ilginç olanı ise şu: Niyazi Berkes nerede Osmanlı’ya yönelmeye çalışıyor? Kanada’da. Yani Osmanlı üzerine bütün müktesebatı Kanada’daki çalışmaları sürecinde şekilleniyor. Gerek Türkiye’nin dünyaya yayılmış entelektüelleri açısından, gerekse de Osmanlı’ya ya da eski Türk düşüncesine yönelmek açısından olsun, durum budur. Karpat’ı da böyle mütalaa etmek mümkün. Yeni dönemde insanların, içeride veya dışarıda olsun, Karpat ve Berkes örneklerinde görüldüğü gibi, Türkiye ve yakın çevresi olan Orta Doğu ile bağlantıları yok.
Eskiden Türk entelektüelleri toplumlarına ciddi bir borçluluk duygusuyla hareket ediyorlardı ve bir katkı yapmak istiyorlardı. Bugün belki bu katkının veya bu borç duygusunun mahiyeti değişmiş durumda. Bu duyguyu göz önüne alırsak, Türk Düşüncesi’nin bundan sonra yaşayacağı şekillenmelere ilişkin öngörüleriniz var mı?
Uzun vadede bunun nasıl olacağını düşünmek, çok kolay değil. Ama eskiye baktığımızda şöyle bir durum var: Niyazi Berkes Kanada’da, Türkçe metin yazıyor. Bugün ise Türkiye’de entelektüeller yabancı dilde metin yazıyor. Birçok metinler çeviri. Türk yazarlarının yazdığı, çeviri metinlerden ibaret. Esasen dille düşünce arasında çok yoğun bir bağlantı var. Dergilerde Türkiye’ye dönük araştırmalar çok sınırlı. Türkiye’de dergilerde yayınlanan metinler bol yabancı dil dipnotlu metinler. Sadece dipnotlar ve kaynaklar bile insanların düşüncesinin değiştiğinin en güzel göstergelerinden biri. Peki insanların düşünceleri nereden kaynaklanıyor? Bunun bir de duygusal ortamla bağlantısı var. Türkiye’deki entelektüel, eskiden 5-6 tane kitap yazıyordu. Bunu ülkedeki somut ortam belirliyordu. Yeni dönemde entelektüel, projelerde çalışıyor; daha çok da uluslararası projelerde. Bunun örgütlenme biçiminin de bu sorunla bariz bir bağlantısı var. Şimdi insanların dünyalarına baktığınızda, çoğunun Türkiye ile bağlantılarında bir sorun olduğunu gözlemliyoruz. En barizi, fikir sorunu. İkincisi, Türkçe yazmama sorunu. Bir başka deyişle, vakıf üniversitelerinden biraz daha Batılı okullara benzeyen üniversitelere kadar, insanların yazmaya başladıkları metinler, farklı metinler olmaya başladı. Bu ister istemez insanın olaylara bakış tarzını değiştiriyor. Bir de Türkiye’de tercüme dendiğinde insanlar Fransızca ve İngilizceden tercüme anlıyorlar. Eski dönemde ise -Orhan Şaik Gökyay’ın yazdığı metin de onu gösteriyor- 1920’li, 30’lu yıllarda insanlar tercüme dendiğinde hem Fransızca, İngilizce, hem de Arapça ve Farsça tercümeleri anlıyorlardı. O dönemin birikimi, yaslanılan kaynakları çok daha farklı. Türkiye’de muhafazakâr-milliyetçi entelektüeller bile -sadece son dönem açısından söylemiyorum- Batılı düşünürlerden besleniyor. Hangisine bakarsanız bakın, her çeşit düşünürden beslenme gibi bir durum söz konusu değil. Şimdi, bu fotoğraf ileride nasıl olur diye baktığınızda biraz belirginleşiyor: Eski dönem Batılılaşmacılarla, yeni dönem Batılılaşmacılar arasında çok bariz biçimde fark var. Gerek Meşrutiyet dönemi, gerek ilk dönem Cumhuriyet Batılılaşmacılarının, hatta 1960 yılları Batılılaşmacılarının bu coğrafya ile çok köklü bir bağlantıları vardı. Yani onlar “bu coğrafya”da Batılılaşmaktan bahsediyor. Nadir Nadi o dönemde “Batılılaşmak, insanın kendini iliklerine kadar Türk olarak duymasıdır” diyor. Bu dönemde, bu tür sorunlar sorun olmaktan çıkıyor. Yani eskiden bir biçimde soru soruluyordu Batı konusunda: “Hangi Garb, hangi Batı?” Atilla İlhan’a kadar gelmiş bu soru. Daha önceki dönemde Hilmi Ziya soruyordu bunu, İnsan dergisinde. Yani coğrafya da önemsiz olmaya başladı bu dönemde. “Hangi Garb?” sorusu söz konusu değil artık. Onların bir şekilde bu coğrafya ile bu coğrafyanın geçmiş kültürü ile bağlantıları var. Yeni dönemde iş, şirazesinden çıkmış gibi görünüyor. İleride insanlar eski dönemle ilgilenmeye başladıklarında ve bu sürecin şartlarını sorguladıklarında, o zaman belki Türk Düşüncesi’nin eski dönem kaynaklarına gitmek mümkün olacak. Türkiye’de son dönemde düşünce hayatının sağlıksız görünen meselelerinden biri de şurada tezahür ediyor: Yeni dönemin sol düşünürleri, eskiye nazaran, Türkiye’de Batılı düşünce frekansı ile uyumlu sol düşünce insanlarını önemsiyor. İslamî muhafazakâr kesime baktığımızda da Türkiye’de Batılı düşünce frekansı ile uyumlu insanlar bir şekilde öne çıkarılıyor. Mesela Sezai Karakoç’un metinlerine bakarsak, bu metinlerde çok bariz bir biçimde çeviri kokan tarzda Batılı düşünürlere gönderme yapmadığını görürsünüz. Yazdığı metinler bir şekilde özümlenmiş metinlerdir. Belki Türkiye’nin çıkış yolu burada somutlaşabilir: Yeni dönemde aşina olduğumuz metinleri özümseyip, ondan kendi lafımızı da ortaya koyarak müdahale ettiğimizde problem anlaşılabilir. Türkiye’de insanlar Althusser’e yöneldi bir dönemde. Çünkü işin kültürel boyutunun önemini algıladılar ve sosyo-ekonomik tahlille meselenin halledileceği konusunda bir sınır oluşmaya başladı. Murat Belge’nin 1970’lerin sonlarında böyle bir denemesi var, ama kendi sesi, bu Batılı ses içinde kaybolmuyordu; ondan kalkarak, ona yaslanarak Türkiye hakkında bir şey söylemeye çalışıyordu. Yeni dönemde Batılı düşünürlerin özümsenmemesi söz konusu ve bu durum sonucunda kendi sesleri kayboldu. Türkiye’de düşüncenin gelişimi anlamında tek ölçüt var belki de: Batılı metinlere baksak bile kendi söyleyeceğimiz bir sözümüzün olması ve kendi sözümüzün Batılı sözün içinde kaybolmaması. Dolayısıyla son döneme baktığımız zaman çoğu konuda umutsuz olsak da, Türkiye’de düşünce adamlarının kendi sesinin kaybolmaması durumunda, ileriye dönük olarak ümitvar olmanın şartlarını düşünebiliriz. Kendi sesinin tınısının fark edilmesi durumunda, Türkiye’de pek çok kişi geçmiş dönem Türk Düşüncesi’nden de ister istemez beslenmek durumunda kalacak gibi görünüyor.
Türk Düşüncesi’ni belirleyen problemlerden bir tanesi, Cumhuriyet’in ilk yıllarından, hatta yüzyılın başından itibaren, Türkiye’de kimliğin nasıl tanımlanacağı noktasında düğümleniyordu. Aydınların bu konuya verdiği tepkiler, Türkiye’deki entelektüel ilgilerin şekillenmesini de belirleyen bir şeydi. Bu sorun Türk entelektüellerinin gündeminde bugün nasıl yankılanıyor?
Benim bu soruya bütünüyle cevap vermem zor. Ama şöyle diyebiliriz. Mesela çok kültürlülük denen şeyi eski dönemde insanların anlaması daha kolaydı. Ulus-devlet döneminden sonra ise anlaşılmasında birtakım sorunlar var. Peki, biz bunları nasıl tartışıyoruz? Biz bunları kendi tarihimize giderek tartışmıyoruz. Sorunlardan birisi bu. Birisi çok ilginç bir şey söyledi. Dedi ki: “Bu çok kültürlülüğü bize Batı mı öğretecek?” Türkiye’de insanlar çok kültürlülüğü Batı’dan öğreniyor. Kendi tarihinden bunu çıkarmak mümkün belki de. Türk kimliği üzerine yapılan tartışmalar, meseleyi daha mı deforme ediyor, yoksa belli bir çözüm mü getiriyor? Kimlik tartışmaları Türkiye’nin yakın tarihini deforme etmenin en güzel yollarından biri bana göre. Neden deforme etmenin en güzel yollarından biri? Şimdi iki şey iç içe geçiyor. İlkin, biz bunların ardını aramadan formüle etmeye ve anlamaya çalışıyoruz. Peki, neden aramıyoruz? Son dönemde bizim son yüz yıllık, hatta iki yüz yıllık tarihimiz karartılıyor. Türkiye’de mesela toplumsal yapı kitapları yok. E. J. Zürcher yazıyor, Feroz Ahmed yazıyor. Bizimkiler onlardan kalkarak değerlendirmeler yapıyor. Buna bir itirazım yok. Fakat onları sorgulamadan değerlendiriyoruz. Bu, kendi sesinin kısılmamasıyla bağlantılı bir hikâye. Yani 60’lı, 70’lı yıllarda Emre Kongar’ın metinlerine baktığımızda bile orada kendi sesini duyuruyor. Bu kaygıyı biz bir biçimde eksilemişiz. Mesela, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi’ne bakalım. Bunun diğer serisi, ikincisi, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi. Biraz mantıklı bakarsak, bu ansiklopedilerin evvela ikincisinin, sonra birincisinin yayınlanması lazım. Biz evvela Cumhuriyet dönemini yayınlıyoruz, ondan sonra öbürünü yayınlıyoruz. Zaten Türkiye’de adı tarihçiye, sosyal tarihçiye çıkmış insanların hemen hepsi, yaşı altmış veya üzerindeyse, evvela Cumhuriyet dönemini incelemişler, sonra Osmanlı’ya yönelmişler. Tarihimize şaşı bakmamızın en güzel örneklerinden birisi bu. Bunun biraz daha kronolojik olması lazım. Bir de son dönemde, iki yüz yıllık tarihi sorgulama konusunda bir soru işareti var. Bu yeni metinleri okuduğumuz zaman, sonunda bizim tarihimizden ne kalıyor? Kimlik sorununu vurgulayan insanlar açısından baktığımızda ne görünüyor? Bunlara göre, tarihimizde üç olay var Türkiye’de; başka bir şey yok. Birincisi Ermeni Tehciri; bir kısmı soykırım diye anlatıyor 1915 olaylarını. İkincisi 1955’teki 6-7 Eylül olayları. Üçüncüsü de Varlık Vergisi olayı. Türkiye’nin genel geçer dinamiğine bakan insanlar, bu üç sorun üzerinde durur. Peki, bu üç sorun üzerinde sağlıklı bir biçimde mi duruyoruz; orada da bir soru işareti var. Sağlıklılık konusuna 6-7 Eylül olaylarından baktığımızda, insan oradaki şiddeti kınamalı; o ayrı bir hikâye. Fakat bunun çerçevesi, bağlamı ne? 6-7 Eylül olaylarına bakıyorsak, olayın Kıbrıs boyutunu da görmek durumundayız. İnsanlar, Kıbrıs boyutunu görmeden bakıyor. Yani hem tarih biraz deforme ediliyor, hem de olaylara kendi bütünselliği çerçevesinde bakılmıyor. Mesela imparatorluk çözülüyor, millî devletler doğuyor, olaylar o genel eksen içinde oluyor. O çerçeveye bir biçimde bakmak lazım. Türkiye’de bu dönemde, olağanüstü ilginç bir hikâye var. Bunu birkaç noktada toplamak mümkün belki. Türkiye’de bugün, bu tarzda etnik sorunlar üzerinde yoğunlaşan insanlar, altmış yaşında etnik sorunlara bakmaya başladı. Bu önemli. Bir de bu insanların çoğu sol ve sosyalist bir geçmişe sahiptir. Bunlar eski dönemde azınlıklara nasıl bakıyorlardı? Azınlıkları, Türkiye’de emperyalizmin maşası olarak görüyorlardı. Komprador burjuvazi diye bir kavram vardı. Şimdi bu olay olağanüstü tuhaf bir şey. Siz eski dönemde, belli kesimlere hiçbir olumlu tarafı yok diye, baştan aşağı kara diye bakıyorsunuz. Yeni dönemde aynı kesimlere pirüpak diye bakıyorsunuz. Yani bu insanların genel çerçevesi değişti. Süreklilik yok derken -ki ben Türkiye’de düşüncede, çok daha eskiye gitmek gerektiğini düşünüyorum- altmış yaşındaki adamda süreklilik yok. Altmış yaşındaki adamın, kırklı yaşlarda yazdığı şey emperyalizm, anti-emperyalizm; altmışlı yaşlarda ise ana ekseni itibariyle bu adam milliyetçilik teorileri çerçevesinde düşünmeye başlıyor. Türkiye’de bu konuda yazılıp çizilen şeylerin de yüzde doksanı Anderson, Hobsbawm ve Gellner. Çerçeve çok net burada. Her konu tartışılır; ama insanlar bunları sorgulamıyor ve olduğu gibi alıyor. Mesela, anti-emperyalizm bitti; Türkiye’de düşünce ekseni değişiyor. Tanzimat bizim Batı ile bütünleşmemizdir: Muharrem Kararnamesi ve Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması. Eskiden bunlar bizim, Batı’nın sömürgesi altına girmemizdi. Bir dönemde yazılan metinlerde bu farklılaşmayı çok net bir biçimde görüyoruz. Türkiye’de insanların, en öne çıkmış meseleleri tartışırken bile, bırakın başka düşünce odaklarını, kendi geçmiş yirmi yıllık serüvenleriyle bir bağlantıları yok. Keskin kopuşlar var Türkiye’de; Batılı metinler üzerinde işte bu nedenle düşünülmüyor. İnsanlar çok kısa dönemde, çok yoğun bir biçimde düşünce değiştiriyor. Son yıllarda bir kısım entelektüeller açısından, sorun sınıf meselesinden başka meselelere kayıyor; bu da onar yıllık aralıklarla oluyor. Düşüncede gelenek olması, bunun bir süreklilik içinde tartışılması lazım. İnsan, yani birey/entelektüel olarak bir şey söylerken, kendi bireysel sesinin olması lazım.
1970’lerden sonra bir Latin Amerika edebiyatı ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda Batı modernliğinin bilinç içeriğine ciddi bir katkı getiren bir hareket. Paz ve Marquez gibi pek çok isim çıkıyor. Türkiye’de ise bu özgünlüğü gösterebilecek kaynakların başında gelen şiir ve edebiyatın değişik alanlarında bir yoksullaşma söz konusu. Bunun en açık göstergesi de Türk romanıyla Türk toplumsal gerçekliği arasındaki kopuşun belirginleşmesi. Türk edebiyatının durumunu nasıl anlamamız gerekiyor?
Burada çok büyük bir koşutluk var. Yani Türkiye’de sosyal bilim ne ölçüde hayattan kopuyorsa edebiyat da kopuyor. Şerif Mardin 1960’larda Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma makalesinde diyor ki; Türkiye, kadının konumu itibariyle 1900’lü yılların başına göre daha muhafazakârlaştı. Bunu Yakup Kadri’den, bir edebiyatçıdan kalkarak diyor. Bir de Yakup Kadri’ye, Kemal Tahir’e, Tarık Buğra’ya sadece dar edebiyat konularıyla ilgilenen insanlar olarak bakmak kolay değil; mümkün de değil.
Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar’ın İstanbul ile ilgili yazdığı aynı zamanda Türk dilinin şahikası eserler…
Tabii hepsi. Ahmet Haşim mesela. Ama biz bunları geç kavradık; çabuk kaybettik. Şimdi hiç kimse Yahya Kemal’in tarih hakkında söyledikleri üzerinde durmuyor. 1960’larda üç tartışma var Türkiye’de: Birisi, millî roman olur mu? Kemal Tahir 1967’de Devlet Ana’yı yazıyor. O dönemde ulusal tiyatro, ulusal sinema tartışmaları var. Bizim yapacağımız sadece sinema değil. Sanat, biçim ve içerik olarak da farklı ve özgün olacak; böyle bir dert var. Ama özgünlükten, eserin hiçbir şeye benzememesi kastedilmiyor. Eser evrensel de olacak tabii ki; öyle bir dertleri de var insanların. O dönemin çok yaygın bir sözü hiç kimseyi rahatsız etmiyor: “Evrensel olmanın yolu ulusal olmaktan geçer.” Yani ulusallık evrenselliğe bir reddiye biçiminde şekillenmiyor. Eskiden Kemal Tahir ve Yaşar Kemal karşı karşıya getiriliyordu. Yaşar Kemal daha enternasyonal, kitapları yabancı dillerde rahat yayınlanıyor. Kemal Tahir de şunu söylüyordu: Benim romanımın Fransızca yayınlanmasının anlamı yok, orada bir çevre bulmaz. Orhan Pamuk’ta bu çok belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor ve Elif Şafak’ta belki şahikasına ulaşıyor. Şafak’ın son iki romanı Araf ile Baba ve Piç İngilizce olarak yazılıyor. Her şey birbiriyle bağlantılı; sosyal bilim metinleri İngilizce yazılmaya başlanıyor, romanlar İngilizce yazılmaya başlanıyor. Bu birbirini besleyen bir süreç. Yani üslup Türkçe bir üslup. Türkiye’de sosyal bilim, edebiyat, sanat, sinema her biçimiyle süreçten kopuyor. Bunun uluslararası bağlantısı var, proje bağlantısı var. Filmleri Euroimage, Avrupa Birliği fonları üzerinden destekliyor. Şimdi Avrupa’da Hint sineması, Mısır sineması tanınıyor; şakır şakır yabancı dilde film çekiyorlar. Türkiye’de de böyle bir şey yapılabilir mi? Türkiye’de sanatçının veya sosyal bilimcinin uluslararası çapta bir yere gelmesi, ne kadar yetenekli olursa olsun, dil problemi nedeniyle Mısır ve Hindistan’da olduğu kadar kolay değil. Ben değer yargısı yükleyerek de konuşmuyorum. Kendime göre değer yargım var; ama bu bir süreç. Türkiye’de üniversite sistemi, yabancı dilde yazmaya teşvik ediyor; onore ediyor, 1000 dolar, 1500 dolar ödül veriyor. Kötü niyet falan olarak bakmıyorum olaya; ama ben yabancı dilde yazarken Türkçe ile yazdığım metinden biraz daha farklı düşünürüm gibime geliyor. İnsanlar biraz daha dünya vatandaşı gibi bakıyor olaya. Elif Şafak’ın sürekli olarak söylediği şey kozmopolitizm. Hafızasızlığı anlatmaya çalışıyor metinlerde. Bu memlekette daha evvel YalçınKüçük de, Cemil Meriç de hafızasızlıktan bahsediyordu. Elif Şafak hafızasızlıktan bahsederken Osmanlı’yla kopuştan bahsediyor; ama çok daha net olarak, 1915 hafızasızlığından bahsediyor. Bu, başka noktalara da işaret eden bir şey; Cemil Meriç’in sözünü ettiği bu hafızasızlık değil sadece. Benim burada söylemeye çalıştığım, Cemil Meriç’in söylediğinin çok daha ilerisinde bir şey. Biz on-yirmi yıl öncesini hatırlamıyoruz. Türkiye’de sosyal bilim de, edebiyat da bir başka mecrada gelişiyor; kendi tarihinden, kendi sosyal, kültürel ortamından bariz bir biçimde kopuyor.
Eskiden bir de Anadolu problemi söz konusuydu Türk Edebiyatı’nda. Bugün ise entelektüelin “güneye inmesi”, bir tatil beldesine çekilip orada idame-i hayat ettirmesi, “kafa dinlemesi” gibi bir durum var. Anadolu ise bir taşralılık meselesi olarak beliriyor. Türk entelektüelinin Anadolu’dan kopması, bir ölçüde bu kozmopolitleşmeyi ortaya çıkarıyor olabilir mi?
Son yıllarda bütün hikâye İstanbul üzerine odaklaşmaya başladı. İstanbul üzerine dergi çıkarmaya, güzelleme yazmaya başladı insanlar. Eskiden İstanbul Bizans gibi görünüyordu; şimdi olağanüstü olumlu görünüyor. Ama olumsuz bir bakış farklı açıdan beliriyor. “İstanbul köylüleşti; eski İstanbul değil. Ah eski İstanbul ne kadar güzeldi.” diyorlar. Hiç kimsenin aklına eski dönemde İstanbul üzerine yazılan metinler gelmiyor. Orhan Pamuk İstanbul dergisinde, “Huzur’da İstanbul Silüeti” gibi bir şey yazdı. Huzur 1949. Tanpınar’da öyle bir şey olmasa, onu bir şekilde görmeyecekti. Yahya Kemal’in de İstanbul’a olağanüstü ilgisi var. Bir İstanbul fotoğrafı vardı; Yahya Kemal şiirlerinde İstanbul’u bir şekilde görürsün. Eskiden İstanbul’a Bizans diye bakan insanlar “ah bu İstanbul ne kadar güzel” diye bakıyorlar. Yahya Kemal’in şiiri o kültürün ruhunu yansıtan dizelerle dolu; İstanbul’u kültürel boyutuyla, camisinden gündelik hayatına, bayram namazına kadar anlatıyor. Son dönemde İstanbul deyince insanın aklına, o darlaştırılmış mantık çerçevesinde etnik çeşitlilik geliyor. İnsanlar ne üzerinde odaklaşmışlarsa, İstanbul’u aynı çerçevede, o darlıkta görüyorlar. Metin Erksan bir İstanbul filmi çekmiş olsaydı -ki 1964’te çekmeye niyetlenmiş ama olmamış- bambaşka şeyler gündeme gelirdi. Biz olaya rakamlarla bakıyor; sorunu, insan olarak görmüyoruz. Bir Turgut Cansever’in şehir üzerine yazdığına bak, bir de İlhan Tekeli’nin şehir üzerine yazdığına. Tekeli’de tek şey var: Rakamlar. Şehrin ruhuna nüfuz edememiş. Türkiye’nin en büyük kentleşmecisi, kent uzmanı, kentin ruhunu bilmiyor. Turgut Cansever de bakıyor; ama farklı taraftan, işin kültürel boyutlarına da bakıyor. Yeni dönem eğilimiyle değil; eskiden kendinde kalanlarla bakıyor. Orada İstanbul’u yaşayan bir gerçeklik olarak görüyorsun. Bu kültür boyutunun eksikliği meselesi hemen her alanda ortaya çıkıyor. İstanbul’a ne olarak bakıyoruz: Yapı mı, rakam mı, yoksa bir kültürel mekân mı?
Son dönemde pek çok nehir söyleşi yayınlandı. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Niye böyle konuşmalar yapılıyor insanlarla? Çünkü adamlar yazamıyor. Türkiye’de bir yazma problemi belirdi. O halde, insanları konuşturacaksın. Anlattırılanlara baktığın zaman, bunlar ne ölçüde düşünsel içerik taşıyan metinler, ne ölçüde yüzeysel metinler, onu çok daha net bir biçimde görürsün. Yazma hevesi, heyecanı olan bir insan, başkasına yazdırmaz; oturur, kendi yazar. İlla olmadık, sansasyonel şeyleri yazması gerekmez. Hayatından, kendi sunmak istediği bir fotoğrafı çeker.
Teşekkürler hocam.
Paylaş
Tavsiye Et