EKONOMİK küreselleşmenin en önemli alanlarından olan uluslararası ticareti düzenlemek adına 1995 yılında GATT mekanizmasının yerine kurulan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), o gün bugündür bir sorunlar yumağı olmaya devam ediyor. Özellikle 2001 yılında, gelişmiş ülkelerin fakirlikle mücadele etme ve dünyanın en fakir ülkelerini ayağa kaldıracak mekanizmaları kurma iddiasıyla başlattıkları Doha görüşmeleri, birçok tıkanmadan sonra nihayet kimseyi tatmin etmeyen bir kördüğüme dönüştü. Öyle ki, GATT mekanizmasından devralınan problemler ve sanayileşmiş ülkelerin yeni korumacı söylemleri ile altı iyice oyulan çok taraflı görüşmeler sistemi artık tamamen çökmek üzere.
Doha görüşmeler serisinin, küreselleşme karşıtı hareketin bir numaralı hedefi haline gelen DTÖ’nün imajını tazeleyeceğine ve gelişmekte olan ülkeler aleyhine alınan kararların gözden geçirilmesini sağlayacağına dair umutlar, 2005 Aralık ayında Hong Kong’da yapılan Bakanlar Zirvesi’nde zaten tükenmişti. “Ticaretin liberalizasyonu”, “ticaretle kalkınma” ve “fakirliğin ticaretle önlenmesi” gibi gayet insanî görünümlü söylemleri terennüm eden ABD, AB ve Japonya bloğu için, gelişmekte olan ülkelerin yoğunlaştığı kimi sektör ve ürünler (örneğin tarım) serbest ticaret alanına alınamayacak kadar siyaseten değerliydi. Ama lazer cihazları veya nükleer denizaltılar ya da genetik mühendisliğinde kullanılan yüksek teknolojili aygıtlar için ticaretin serbestleştirilmesi belki düşünülebilirdi!
Tabii bu tür tutarsızlıkların doğru bir biçimde anlamlandırılabilmesi için, Doha Süreci’nin ve temelde DTÖ rejiminin serbest ticaret prensibi ile seçici ve ikircikli bir ilişkisi olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Diğer bir deyişle, GATT ve devamı olan DTÖ’nün üzerinde inşa edildiği temel prensip, uluslararası ticaretin mutlak olarak serbestleştirilmesinden ziyade, önde gelen üyelerin çıkarlarını ve ulusal sosyo-ekonomik dengelerini gözeten seçici bir korumacılığın hayata geçirilmesidir. İşte bu yüzden, uluslararası ticaret anlaşmaları son derece uzun, karmaşık ve teknik detaylarla yüklü olmak zorunda.
Yalnız, geçmişteki ticaret görüşmeleri ile Doha Süreci arasında bariz bir fark var. Doha’ya değin Washington ve Brüksel, aralarındaki kısmi ihtilaflara rağmen, stratejik konularda ittifak ederek neo-merkantilist bir cepheyi başarıyla korumuşlar ve gelişmekte olan ülkelere minimum taviz vererek kazanımlarını maksimize etmişlerdi. Ancak Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ekonomileri hızla büyüyen ve siyasî ağırlıkları artan gelişmekte olan ülkelerin küresel ekonomik yönetişim içinde daha aktif söz sahibi olmak istemeleri pek çok dengeyi derinden sarstı. ABD ve AB hâlihazırda dünya ürün ve hizmet ticaretinin yaklaşık %70’ini elinde tutan başat aktörler olduklarına göre, ticaret alanında onların iradesine taban tabana zıt karar ve mekanizmaların ortaya çıkmasını beklemek gerçekçi olmaz. Ancak, değişen küresel ekonomi coğrafyasının getirdiği yeni realiteler dikkate alındığında, Washington ve Brüksel kalıcı etkisi olacak adımlar atarken, gelişmekte olan başlıca ülkeleri de artık yanlarına almak durumundadır. Belki tek başlarına yeni oluşumları veto edip engelleyebilirler; fakat onlar olmadan ciddi anlamda yeniden yapılanma egzersizlerine girişemezler.
İşte bu yüzden, çıkmaza giren görüşme trafiğini canlandırmaya çalışan DTÖ Başkanı Pascal Lamy’nin izlediği yol, 149 üye ülkenin üzerinde uzlaşabileceği bir çözümün temelini ABD, AB, Japonya, Brezilya, Hindistan ve Avustralya’yı içeren altı ana aktör [G-6] arasında atmaktı. Ancak tarım sübvansiyonları gibi sosyo-politik önemi yüksek konular başta olmak üzere, görüşmeleri kilitleyen konularda, “anahtar altılı” bile aralarında anlaşmaya varamadılar. Nihayetinde ABD delegasyonu, Bush’un St Petersburg’daki G-8 zirvesinde söz verdiği teşvik indirimlerini özendirecek yeterli karşılığı masada göremediklerini öne sürerek görüşmelerden çekildi. Gelinen durumda, 2001’den bu yana ağır aksak ilerleyen Doha Süreci’nin artık kritik bir direnç noktasına ulaştığı ve kesilen görüşme trafiğinin aylar hatta yıllar boyunca tamir edilemeyecek derecede yara almış olduğu görülüyor. AB’nin ticaretten sorumlu komiseri Peter Mandelson’un, küresel ekonominin ‘ağabeyi’ olarak fedakârlık yapması beklenen ABD’nin vereceği her tavize, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden bire bir karşılık bekleyerek sistemi kasten tıkadığına dair zehir zemberek açıklamalar yapması da zararın büyüklüğüne işaret ediyor.
ABD’deki siyasî sürece bakıldığında, Kasım ayındaki ara seçimlere kadar Bush yönetiminin ticaret görüşmelerini canlandırmayı gündeme almaya yanaşmayacağı kesin gibi. Sonraki dönemde de, başlıca destekçilerinden tarım-endüstri lobisini karşısına almaya hiç de niyetli olmayan Bush’un, DTÖ konusunu bir süre daha buzdolabında tutup 2009 yılı başında yerini alacak halefine devretmek isteyeceği öngörülebilir. Uluslararası ilişkiler ve çatışmaların çözümüne yaklaşımında keskin bir tek-taraflılık temayülü geliştiren Bush yönetiminin, uluslararası kurumları ve çözüm platformlarını hafife alan bu yaklaşımının küresel ekonominin yönetişimine yansımış olması da elbette sürpriz değil.
Uluslararası ticaretin liberalizasyonu ve fakirliğin serbest ticaretle engellenmesi gibi samimiyetsiz söylemler, ulusal çıkar gruplarının milyar dolarlara varan sübvansiyonlarla ayakta tutulmasını maskelemek için ortaya konan “laf-ı güzaf” olarak kalmaya mahkûm. Bu bağlamda, insancıl söylemler ve (örneğin İngilizler tarafından farklı mülahazalarla önerilen) sistemik reform çabalarından fazla hazzetmeyen ABD yönetiminin, artan bir yoğunlukla ikili ticaret anlaşmalarına yöneldiğini görüyoruz. Bush döneminde ABD yönetiminin imzaladığı ikili ticarî anlaşma sayısı 12, ayrıca 6 anlaşma imzaya hazır durumda ve 11 tanesinin de hazırlık görüşmeleri devam ediyor. Stratejik öncelikler ışığında imzalanan bu ikili anlaşmalar bir yandan taraflardan güçlü olanın çıkarlarını öncelerken, diğer yandan da kimi önemli bölgesel entegrasyon girişimlerini devre dışı bırakıp özellikle fakirlikle boğuşan ülkeleri tamamen marjinalize ediyor.
Sonuçta, İkinci Dünya Savaşı sonrası küresel düzenin izlerini taşıyan ve tamamen seçici olarak işleyen bir GATT mekanizması ile onun yerini alan DTÖ, küresel ticaret rejimini şekillendirip yönetme noktasında ciddi bir tıkanmaya ulaşmış bulunuyor. Cenevre’deki bürokratlar kadrosu, yakın zamanda ‘kalkınma’ gündemli ciddi bir görüşme serisinin başlamayacağından emin bir şekilde tatillerine çıkarken, küresel ekonomi politiğin değişen dengelerini yansıtan çok taraflı, adil ve meşruiyeti tartışılmayacak bir ticari yönetişim sisteminin kurulması yine başka bir bahara kalmış gibi.
Paylaş
Tavsiye Et