TÜRKİYE son dönemde yine “İslamcı sermaye” ve “dinci holding” tartışmalarına sahne oluyor. Bu tartışma makul bir zeminde sürdürülse, bundan memleketin faydalanması mümkün olabilecek. Ancak maksat üzüm yemekten ziyade bağcıyı dövmek olunca herkes kendi gardını almakta ve adeta havanda su dövülmekte. Öyle gözüküyor ki laikçi kanat önümüzdeki dönemde bu meseleyi seçim malzemesi olarak sıcak tutmaya devam edecek.
Aslında konu fevkalâde önemli. Ancak bu konuyu tartışmaya başlamadan önce kendi konumumuzu belirlememiz gerekiyor. Netice almak için her şeyden önce laikçi bühtanlar bir kenara bırakılmalı. Olayın hukuki boyutları hakim ve savcılara havale edilmeli. Aynı şekilde dindar kesimin de “bizim çocuklar” saplantısına düşmeden, “kol kırılır yen içinde kalır” yaklaşımına sığınmadan konuyla yüzleşmesi ve ders çıkartması gerekiyor.
İslami Holding: Sinerjiye Dayalı İktisadi Rasyonalite
“İslami holding” uygulaması ‘kamusal’ nitelikli iktisadi bir mahiyet arz ediyor. Bilindiği üzere iktisat literatüründe “kamusal mal” tabiri, dışsallığı ve bireysel getirisine nazaran toplumsal getirisi daha yüksek mal ve hizmetlere verilen bir ad. Bu tür malların ‘azami’ miktarda artırılması gerekiyor. Aslında bu da devlete düşen bir görev. Konunun merkezinde yer alan “İslami holding” uygulamasının ana fikri, tek başına iktisadi bir değer ifade edemeyen küçük tasarrufların bir havuzda toplanarak iktisadi değere dönüştürülmesine dayanıyor. Bu düşüncenin iktisadi rasyonalite açısından son derece isabetli olduğunu söylemek mümkün.
İnancın Ekonomisi
Bu düşünceyi aktif hale getiren esas ihtiyacın dinî hassasiyetlerden kaynaklandığını da gözden kaçırmamak gerekiyor. Zira İslam dinine göre faizin haram olduğunu düşünen, inançlarında hassas bir kesim çok uzun bir süredir birikimlerini, neredeyse sadece bankacılıktan ibaret olan finans sektörüne aktarmaktan imtina ediyordu. Hal böyle olunca finansal sistemin dışında kalan milyonlarca insan, alternatif yatırım alanları aramaya başladı. Herkesin girişimcilik ve iş adamlığı niteliklerine sahip olması imkânsız olduğundan halkımız, elindeki birikimlerini yastık altında tutmak ve gayrimenkule yatırmaktan, hanımların kollarını dirseklerine kadar takılarla süslemeye değin çeşitli yöntemlerle değerlendirdi.
Kuşkusuz rasyonel hesap kitabın yapıldığı bir ortamda tasarrufların bu tür alternatiflere yatırılması da son derece isabetli olabilir. Ancak bütün bu kararların bir “tercihsizlik ortamı”nda ortaya çıktığı varsayılırsa, burada kıt kaynakların etkin dağılımından söz etmek bir hayli zorlaşıyor. Bir ülkede finansal sistemden beklenen, ülkedeki mevcut tasarrufların sistemin içine akmasını motive ederek verimliliği sağlamasıdır. Bunu temin etmek üzere sistemin olabildiğince alternatif yatırım enstrümanları geliştirmesi gerekir. Türkiye’de finansal sistemin güdük kalmasının kuşkusuz birden çok nedeni var ve bunların ayrı ayrı ele alınması gerekiyor. Merhum Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde büyük tartışmalara konu olarak yürürlüğe giren ve faizin dışındaki İslami bazı pratiklere yer veren Özel Finans Kurumları (ÖFK) bu boşluğu kısmen doldurmuş olsa da, bankacılık uzun vadede oturacak güvene dayalı bir kültür olduğundan, çiçeği burnunda bu kurumların hak ettiği yeri alabilmesi için uzun yıllar gerekiyor.
Türk halkının dinî inançlarına hayatın her alanında kuşkuyla bakan jakoben laikçiliğin, “faizsiz yatırım enstrümanları”nın gelişmesine izin vermemiş olması ise bu yazıya konu olan sorunlar arasında en kritik olanı. Nasıl ki İmam Hatip Liseleri, şehirli seçkinlerin köy enstitüleri aracılığı ile taşrada yürüttüğü zecrî moderniteye demokratik ortamda verilen ilk karşılığı ifade ediyor ise, İslami holdingler de halkın, değerlerini görmezden gelen sisteme iş dünyasında verdiği bir karşılık olarak görülmeli. Kültürün önü yasal bariyerlerle kesilemez; mutlaka sızacak bir yer bulur. Ancak yasaklarla çevrili bir ortamda oluşacak bir doğumun özgür bir ortama nazaran birçok deviasyon (sapma) ve anomali içermesi şaşırtıcı değil. Esasen şimdilerde olanın adını da bu şekilde koymak gerekiyor.
Uygulamanın Oturduğu Arka Plan
İktisadi rasyonalite ile inanç ve kültürün kesiştiği son derece kritik bir alanda gelişen “İslami holding” uygulamaları ağırlıklı olarak 1990’lı yıllara tekabül ediyor. Geniş açıdan bakıldığında bu dönemde Türkiye’de ortaya çıkan ve aslında hepimizi ilgilendiren birtakım ihtiyaçlar vardı. Bunlardan bir tanesi kamu maliyesinin her geçen gün sağlıksız bir yapılanmaya doğru çekilmesi idi. Devletin bütçe açıkları kamu sektörünün borç stokundaki kötüleşmeye paralel olarak artıyordu. Dolayısıyla bu dönemde devletin finansman ihtiyacı için öncelikli olarak iç kaynaklara dayanması gerekiyordu. Bunun bir gereği olarak faizsiz borçlanma senetlerinin geliştirilmesi yolundaki opsiyonların irdelenmesi akılcı olacaktı.
Yine bu dönemde gelir dağılımı bozuluyor, sermaye dar bir kesimde temerküz ediyordu. Sermayenin tabana yayılması ancak küçük tasarrufların korunması, toplanması ve büyütülmesi ile mümkün olacaktı. Ancak devlet bu yönde hiçbir adım atmadı. Anadolu’da yavaş yavaş hareketlenen kalkınma hamleleri de büyüme sürecinde finansman sıkıntısı çekiyordu. Zira bankacılık sistemi sadece faizsiz finansmanı hor gördüğü için değil, aynı zamanda kendi tanımladığı alanda da bankacılık faaliyetlerinden uzaklaşarak tefeciliğe dadandığından Anadolulu işadamı için bir alternatif olmaktan uzaktı.
Bir Büyük Alternatifin Taammüden Öldürülmesi…
Bütün bu şartlar altında bir alternatif olarak öne çıkan “İslami holding” deneyimi büyümek, dışa açılmak, sermayeyi tabana yaymak ve rekabet kültüründen kopmuş olan yerli sermayeyi daha dinamik bir noktaya taşımak gibi amaçlara hitap eden bütüncül bir ‘inovasyon’ (yenilik) olarak görülmelidir. İzahtan varestedir ki, devletin bu süreçleri yasal zemine çekerek kurumlaşmasına önayak olması gerekiyordu. Bırakın desteği ve süreçlere öncülük etmeyi, öyle anlaşılıyor ki devlet seyirci kalmayı bile içine sindiremeyip, adeta bu oluşumu öldürmek için taammüden birtakım girişimlerde bulunmuştur. YİMPAŞ tartışmaları nedeniyle açıkça görüldü ki, adına “müstemleke ekonomisi” demeyi uygun bulduğum 28 Şubat sürecinde birçok yerde yetkili makamda bulunan kişiler rol çatışmasına girmiş, “ite ot, ata da et” vermiş ve bu oluşumların güdük kalmasına neden olmuştur.
Sonuç olarak bütün bu olup bitenler, bu modelin dayandığı gerçekleri ortadan kaldırmış değildir. Model, geliştirilerek denenmeye devam edilmelidir. Bütün bu yanlışlardan ders alarak devletin konuyu yasal zeminde kurumlaştırıcı adımları atması, İslami kesimin de oyunu daha açık ve kurallara uygun oynaması gerekmektedir.
Paylaş
Tavsiye Et