ÜLKEMİZİN AB ile olan ilişkilerinin niteliği, son yıllarda hem iç hem de dış politikada tartışılan ve gündemi oluşturan en önemli mesele haline geldi. Bu durumun iki genel nedeni var: Türkiye-AB ilişkilerinin içinde barındırdığı kabul/ret dinamiği ile AB meselesinin bir süredir Türkiye’nin iç politikasını belirleyen dinamiklerden bir tanesi haline gelmesi. Sıkça ifade edildiği gibi, AB ülkelerinin ekseriyeti Türkiye’yi ‘kaybetme’yi göze alamaz; ancak Polonya ya da Bulgaristan’a göstermiş olduğu muameleyi de Türkiye’ye göstermez. Bunun için geliştirilen genel formülün, bir “kol mesafesi” uzaklığında Türkiye’yi AB limanında ‘demirlemiş’ vaziyette tutmak olduğunu artık biliyoruz. Türkiye ise, AB kurumları tarafından resmen ifade edilmeyen bu genel ‘formül’e sürekli itiraz ederek kabul/ret spektrumunun ortalarında bulunan pozisyonunu, üyelik yönüne doğru ittirmeye gayret ediyor ve bu amaçla konjonktürel olan ya da olamayan unsurları sık sık devreye sokmaya çalışıyor. Bu nedenle, Türkiye-AB bütünleşme sürecini “zikzak tarzı ilişkiler bütünü” şeklinde özetlemek mümkün. Bu genel çerçevede Türkiye-AB ilişkileri sık sık küçüklü büyüklü krizlerle karşılaşıyor ve karşılaşmaya da devam edecek.
Diğer yandan Türkiye-AB ilişkilerinin niteliği, sadece dış politika ve teknik bir entegrasyon süreci olmanın çoktandır ötesine geçerek, iç politika dengelerini etkileyen, zaman zaman da belli ölçülerde belirleyen bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Burada ifade edilmek istenen, AB ile ilişkilerin iç politikaya malzeme edilmesinin ötesinde bir durum. Zira daha önceleri de AB ile ilişkiler iç politikaya malzeme olarak sunulmaktaydı; tıpkı 1995 Gümrük Birliği kararının sanki Türkiye AB’ye üye olmuş gibi kamuoyuna pazarlanmaya çalışılması örneğinde olduğu gibi. Bugün ise, AB ile ilişkilerin niteliği, siyaseti belirleyen koalisyonlar oluşumunda hatırı sayılır bir unsur haline geldi ve iç siyasetteki aktörler, yapacakları hamlelerin zamanlamalarını bir ölçüde AB ile ilişkilerin durumuna göre tayin etmeye başladılar. 1999 Helsinki Zirvesi kararları ile başlayan süreç, Türkiye’de siyasetin ve siyasi kimliklerin içeriklerinin yeniden şekillenmesinde etkili oldu ve siyaset yeni dinamiklerini yaratmaya başladı. AKP ve bu partinin hayata geçirmeye çalıştığı “muhafazakâr demokrasi” söylemi ve söylemin içinde barındırdığı ‘demokrasi’ ve “Avrupa Birliği” vurgusu bu süreçte gelişti. Yine bu süreçte Avrupa karşıtlığının söylem düzeyinde kendini marjinalleşmekten kurtaramaması, mevcut hükümete şüpheyle bakan grupların etkin bir AKP karşıtı koalisyon kurmasını da engelledi. Dolayısıyla AB ile ilişkiler konusunda verilecek olan bir karar, kaçınılmaz bir şekilde sadece dış politikanın değil, iç politikanın da dinamiklerini göz önünde tutmayı gerektiriyor.
Türkiye-AB ilişkilerinde 2006’nın Kasım ve Aralık aylarında vuku bulan gelişmeler, yukarıda genel hatlarıyla ifade ettiğimiz çerçeve ile daha anlamlı hale geldi. Bilindiği gibi, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)’ne limanlarını, havaalanlarını ve hava sahasını açmayan Türkiye ile, Gümrük Birliği’yle ilişkili olduğu iddia edilen sekiz fasılda müzakereye gidilmeyeceği kararına ilaveten, geri kalan 26 başlıkta müzakerelere başlanabileceği fakat Türkiye’nin ek protokolü tam olarak yerine getirmediği takdirde -teknik olarak tamamlansa dahi- fasılların kapanmayacağı kararı alındı. Bu şekilde Avrupa Konseyi, Türkiye’nin müzakere sürecinin tamamlanmasını ek protokolün uygulanmasına ve Kıbrıs meselesinin çözümüne resmen bağladı. Böylelikle AB, hem Kuzey Kıbrıs’a yönelik izolasyonların kaldırılması hususunda 26 Nisan 2004 tarihinde vermiş olduğu sözleri bir anda unuttu, hem de çözüm yolunda sürekli engeller çıkartan GKRY’nin olumsuz politikalarını görmezden gelerek bu süreçte çözüm yanlısı olan Türk tarafını cezalandırdı. Şüphesiz, AB Komisyonu’nun 29 Kasım’da almış olduğu karar ve bu karara dayanarak hem 11 Aralık’ta AB Konseyi, hem de 15 Aralık’ta Avrupa Konseyi’nin almış olduğu kararlar haksız ve gayri adildir; ancak şaşırtıcı değildir.
Dikkat edilirse AB Konseyi, Türkiye-AB üyelik sürecinin devamını sağlayarak kararın içinde belli bir denge arayışını barındırdığı izlenimini veriyor. Üyelik süreci resmen raydan çıkmadı; Türkiye de AB limanından demir alma teşebbüsünde bulunmadığı gibi bunu ima edecek davranış ve ifadelerden de özenle kaçındı. AB ülkeleri ve kurumları, bu kararlar sebebiyle kırgın olan yöneticilerin ve halkın gönlünü tekrar kazanmak için Ocak 2007’de Kuzey Kıbrıs’ta izolasyonların kaldırılması yönünde bazı faaliyetlerde bulunacaklarını açıkladılar. Bu satırların yazıldığı sırada AB Daimi Temsilciler Komitesi COREPER’in, Türkiye ile “işletmeler ve sanayi politikası” başlığında müzakerelerin açılmasına yeşil ışık yaktığı haberleri geliyordu. Bu sürecin kör topal ama kopmadan devam etmesi, başta GKRY ve Yunanistan olmak üzere AB ülkelerinin ekseriyeti için muteber bir politika tercihi olmaya devam ediyor. Kıbrıs konusunun önümüzdeki yıllarda da gerginlik noktası olmaya devam edeceği ise aşikar.
Hükümet açısından bu kararların özeti şu: “Haksız bir karar ama süreç devam edecek.” Hem Başbakan hem de Dışişleri Bakanı, bu kararla Türkiye’ye haksızlık yapıldığını ve AB’nin, vizyonunun ne kadar dar olduğunu gösterdiğini ifade ettiler. Ancak süreç devam ediyor ve etmeli. Bu söyleme göre, süreç devam ettiği müddetçe AB ülkeleri hangi karara varırlarsa varsınlar, “Ankara ve İstanbul kriterleri ile birlikte Türkiye yoluna devam edecek”; AB yetkililerinin stratejik vizyonlarının genişlemesi, kafa karışıklıklarının sona ermesi ve AB menfaatlerinin GKRY gibi yarım-üye/devletin ‘şımarıklığı’na feda edilmediği bir dönemin gelmesi beklenecek. Hükümet, AB sürecini sadece ekonomik ve siyasi istikrarın bir ‘çapa’sı olarak görmüyor, aynı zamanda iç siyasi dinamiklerin ve koalisyonların etkin bir unsuru olarak da değerlendiriyor. Bu nedenle, “AB kararı haksızdır ancak süreç devam etmelidir.”
Yukarıda analiz etmeye çalıştığımız “çift bilinmeyenli denklemi” “çok bilinmeyenli” hale getirme ihtimali olan süreçlerle ilgili şunlar sorulabilir: Acaba Türkiye’de Avrupa karşıtlığı ne derecede ve hangi nitelikte artış gösteriyor; bu durumu en azından şimdilik, siyaseten riskli olarak değerlendirmediği görülen AK Parti, şayet Avrupa karşıtlığı artmaya devam ederse, AB pozisyonunu revize etme ihtiyacı duyacak mı? Önümüzdeki birkaç yıl içinde özellikle AB ülkelerinde gittikçe arttığı gözlenen Müslüman ve dolayısıyla Türk karşıtlığı göz önüne alındığında, kabul/ret dinamiğinde önemli değişiklikler beklenebilir mi? Türkiye meselesi bir yana, AB halklarının ve liderlerinin “genişleme yorgunluğu” sendromuna yakalandıkları ifade ediliyor. Açıktır ki bu, AB-Türkiye ilişkilerindeki gerginliği daha da artırıcı bir unsur. Hükümet, doğru bir şekilde, AB sürecini Türkiye’nin güç temerküz etmesi, kriz yaralarını sarması ve siyasetin normalleşmesi amacına matuf olarak değerlendirmeye çalıştı. Ancak yeni şartların oluşması durumunda alternatiflerin seslendirilmesinin de vakti geldi. Hem içeride hem de dışarıda hararetli gelişmelerin beklendiği 2007’de, bu gelişmelerin yukarıda ifade ettiğimiz iki değişkeni ne şekilde etkileyeceğini hep birlikte göreceğiz.
Paylaş
Tavsiye Et