SADECE üst üste koyduğu tuğlaların yüksekliği ile mi değerlendirirsiniz bir duvar ustasının kıymetini mesela? Duvar ustasının tuğlaları aşk ü şevkle döşemesi ile isteksiz ve iğrenerek döşemesi arasında fark yok mudur? Kalbi nerededir ustanın? Aşkı hangi tuğlanın altındadır? Ustanın aşkını ve iştiyakını tuğlalar gibi tartabilir miyiz? Bir mezura ile ölçüp biçebilir miyiz kalbinin acılarını? Bir hoparlöre aktarabilir miyiz vicdanının sesini? Elinin tuğlaya şevkle dokunuşunu duvarda fark eder miyiz? Yoksa duvarın düzgünlüğü arkasında unutur muyuz ustanın iç hallerini? Yoksa ustanın ruhunu ve kalbini, aşkını ve şevkini de duvarın harcı sayıp betona mı gömeriz? Usta kim olursa olsun sadece duvara mı bakarız? Usta ne halde olursa olsun duvarın ardına mı saklarız cümle hallerini?
İnsanı görünür olan üzerinden tanımladığımızda, onu kabaca bir makineye, tanımlanmış ve belirlenmiş eylemleri icra eden ruhsuz bir mekanizmaya indirgemiş olmaz mıyız? Onun görünmeyen özünü, görüneni şeffaf bir örtü gibi saran içsel yönelimlerini boşa çıkarıp içinde kıpırdayıp duran duyguları işlevsiz ve anlamsız kılmaz mıyız?
Ben, “kişisel gelişim” teorilerinin herhangi bir yerinde ‘niyet’ kavramına rastlamadım. Bu ‘niyet’sizliği ise, bizim de bilmeden benimsediğimiz “know-how”lar üzerine kurulu, detaylı ‘yönergeler’ üzerinden gerçekleşen bir makine-insan modelinin (siz buna isterseniz, homo-mekanicus deyin!) ipuçları olarak görüyorum. Niyetin olmadığı yerde insanı ıskalıyoruz.
Niyet, eylem gibi değildir. Görülemez, izlenemez, ölçülemez. Niyetinizi başkalarına gösteremezsiniz; sadece kendiniz bilir, görür ve fark edersiniz. Kendinizi aynada seyreder gibisinizdir niyetinizde. Kendinizle göz göze gelirsiniz niyetlenirken. Kendinize görünür olduğunuz yerdir niyet. Kalbinize temas ettiğiniz demdir niyet. Niyet anında, varlığınızı kendi kalbinizle monitörize etmeye başlarsınız. Şu halde, niyetinizin iyi/kötü oluşu ancak kendinizin bileceği bir şeydir. İyi niyetle kötü bir eylemde bulunabilirsiniz. (Kaş yapayım derken göz çıkaranlardan olmak gibi!) Kötü bir niyetle iyilik de yapabilirsiniz. (Hırsızlık niyetiyle girdiğiniz evde pencereyi açık bırakıp bir aileyi soba zehirlenmesinden kurtarabilirsiniz!) Yani niyetinizin hesabını sadece kendinize verirsiniz; başkaları niyetiniz üzerinden değer biçemez size.
Niyetin hesaba katılmadığı yerde, insan, iyiliğinin hepsini eyleminin cebine sığıştırmak zorunda kalır. Bu yüzden, “iyi kalpli” bir duvar ustası ile “kötü kalpli” bir duvar ustası arasındaki farkı iyi örülmüş bir duvar saklar, gizler, karanlığa terk eder. Ne zor şeydir yaptığınız işin üzerinde niyetinizi gösterememek! Yaptığınız işe kalıbınızı koyduğunuz kadar kalbinizi de koyduğunuzu söyleme konusunda kekeme ve dilsiz kesilivermek ne zavallıca bir yitiştir.
Niyetin hesaba katılmadığı yerde, iyiliği de kötülüğü de ancak başkalarının tanıklığında tanımlayabilir ve ortaya koyabilirsiniz. Buna göre, hiçbir kişisel gelişim kitabında ‘gıybet’ diye bir kötülük konu edilemez. Çünkü ‘gıybet’ birisi hakkında, üstelik kardeşiniz bildiğiniz birisi hakkında, onun yokluğunda, gıyabında, bile-isteye, duyacak olsa hoşlanmayacağını bildiğiniz doğru şeyler söylemektir. Gıybet etmemek, bir başkasının yokluğunda, onun hiç duymayacağından emin olsanız bile, dilinizi doğruyu bile söylemekten geri çekmektir. Oysa, konuşmak ve bunu bir başkasına işittirmek bir eylemdir; ölçülebilir ve gözlemlenebilir. Peki ya, doğruyu ifadelendiren bir konuşma neden erdem sınırlarının dışında görülsün? Tam da başkasının yokluğunda ortaya çıkan bu eylemi ‘niyet’ kavramını hesaba katmadan gelişimimize dahil etmek mümkün görünmüyor.
Bu yüzdendir ki, hadisleri yorumlayan birçok mana büyüğü, “ameller niyetlere göredir” hadisini en başa koyar. Altının ayarı gibidir niyet. Eylemin sahiciliğini sağlayan mayadır, iksirdir. Niyetsiz eylemin kıymeti yoktur. Eylem, insanın elinden ve dilinden değil, içinin de içinden, kalbinden, vicdanından başlar. Kimselerin bilmediği, duymadığı ve görmediği yerde tanımlarsınız kendinizi. Aynada kendi gözlerinizin içine bakar gibi, kendinizle baş başa kalırsınız niyette. Kendinizle baş başa kaldığınız yerde ise her şeyi bilen, her şeyi işiten, her şeyi gören Rabbinizle yüzleşirsiniz. Rabbinizle yüzleştiğiniz yerde ise imanınız sınanır: “O’nun gördüğüne, O’nun bildiğine, O’nun hesap soracağına ne kadar canlı, ne kadar ciddi inanıyorsun?” Buna göre, önemli hadis kitaplarında “Ameller niyetlere göredir” hadisinin ‘iman’ başlığı altında zikredilmesi şaşırtmamalı bizi.
Bu çerçevede, ömür boyu kulağıma küpe olacak bir ‘nasihat’ aldım geçenlerde. Hadis hocası Doç. Dr. Mehmet Görmez’in “Din nasihattir” hadisini konu edinen makalesi (ve daha da önemlisi bana özel sıcak sohbeti) hiç ummadığım bir yere götürdü beni. Öteden beri, “Din öğüttür/tavsiyedir” anlamında zihnimize yerleşen bu hadisin, bizi kimselerin görmediği/bilmediği yerde bir hesaplaşmaya çağırdığını farkettim hayretle. Eğer hadisteki ‘nasihat’i ‘öğüt’ yahut ‘tavsiye’ şeklinde anlarsak, ancak bir başkasının olduğu yerde uymamız gerekiyor nasihate. Tavsiye dışa dönüktür, bir başkasının kulağına doğrudur çünkü. Ama muhterem Mehmet Görmez’den öğreniyoruz ki, ‘nasihat’in ilk ve ağırlıklı anlamı ‘içtenlik’tir. ‘Nasihat’ bizi kendi içimize, kendi içtenliğimize havale ediyor. ‘Öğüt’ yahut ‘tavsiye’ dışa dönük bir eylem iken, ‘içtenlik’, ‘samimiyet’, ‘ihlas’, ‘sâfiyet’ derûnumuzda gerçekleşen ve kimseye görünmeyen niyetin ekseninde kalıyor. Nasihat, eylemi niyetin terazisinde tartıyor. Böylece dinin tanımını da, niyetin, yani kimsenin görmediği/bilmediği ortamlarda da yapılan sahici eylemlerin evrenine taşıyor.
Gelelim, bunca açıklamanın kurbanla ilişkisine... İbrahim’in (a.s.) İsmail’i (a.s.) kurban etmesi, sadece eylem düzleminde bakılırsa, akim kalmış, sonuca ulaşamamış, eylemi önceleyen modern anlamda ‘başarısız’ bir teşebbüstür. Bıçak, İbrahim’in (a.s.) onca çabasına, İsmail’in (a.s.) onca teslimiyetine rağmen kesmemiştir. Kesme eylemi körelmiştir.
İbrahim’in (a.s.) İsmail’i (a.s.) kurban etme teşebbüsünde, amel/ eylem niyete kurban edilmiştir. Bıçak kesmemiştir; ama bıçağı bile kesen niyet keskinleşmiş ve o can yakan keskinliği idrakimizde emanet kalmıştır. Şimdi, kurbanımıza bıçağı vururken, kurbanın bizi eylemimizle yanaşamadığımız, ulaşamadığımız Rabbin rızasına yakın eyleyen bir “kurb ânı” (yakınlık ânı) olduğunu yeniden fark etmemiz gerekiyor. Öyle ya, O’nun katına kurbanların kanları ve etleri ulaşmaz. Kan da et de, kurban kesme eylemimizin ürünleridir, görüntüleridir. Görünmeyen ve sahici olan ise, O’nun bizi gördüğünü bilerek, O’nu görür gibi yaşama keskinliğini bileyen niyetimiz ve içtenliğimizdir.
Bıçağımızla kurbanı keserken, nicedir ayrı tuttuğumuz amel ile niyetin kurbunu, yakınlaşmasını yenilemeli, bil/erek/eyle/meli değil miyiz?
İç/ten kesebiliyor muyuz kurbanı?
Paylaş
Tavsiye Et