ŞAİR Robert Bly’dan bir alıntıyla başlayalım: “Kimi eski gelenekler, hiçbir insanın, ruh ve maneviyat âlemine açılana dek yetişkinliğe ermediğini söyler. Ve böyle bir açılışın doğru zamanda ve doğru kişilerin refakatinde, doğru yerde açılmış bir yarayla gerçekleştiğini eklerler. Açılan bir yara, maneviyatın ya da ruhun içeri girmesini sağlar.” Başka bir şair, Wallace Stevens da “kendi yaralarınla avun” diyordu. İnsanın yarası aynı zamanda şifası olabilir mi? Ruhumuzun gövdesinde kanayan bir yara, gün gelir bizi iyileştirebilir mi? “Taç yapraklarını atar ve çiçeğe ulaşır” der Tagore. Bir Zen sözü bunu doğrular: “Hiçbir tohum çiçeği göremez.” Var olmak yok olmayı göze alabilenlerin işidir. Hiç dediğimizde, hep demiş oluruz. “Tanrıyla aramızda bir kırgınlık var.” Bu sözü gözleri buğulanarak söylüyor, hep inanmış o genç kadın; bir hazan mevsiminde ruhunu serseri bir sandal gibi akıntıya bırakmış kendini oradan oraya çarpsın, acıtsın istiyor. “Ey ruh acı ki burada olduğumu bileyim. Acı ki hâlâ bir varlık olduğumu, soluk alıp verdiğimi, dünyanın beni taşıdığını hissedebileyim.” Bir sitem mi var bu sözde, bir yakarış mı? “Beni duy ey Tanrım, dinle beni, okşa ve sev beni, yaralarımdan içeri sız, nurunla beni onar” diyen bir imdat çığlığı mı? Ama Tanrı küsmez ki. “Sen beni affedecek kadar büyüksün ama ben senin kadar büyük değilim, kendimi affedemem” diyor bir başka genç kadın Tanrıyla konuşurken. İçinin en ücra yerlerinde dolaştırdığı bir suçluluk duygusu, her gün yeniden kanayan bir yara, kanadıkça derinleşen ve artık iyileşmek isteyen. İki genç kadın, iki sitem, belki iki yakarı. İnsan ve Tanrı. Bilincin en uzun yolculuğu.
Bebek büyürken anneyi gözleriyle yakalar ve onunla bir sevgi değiş tokuşunda bulunur. Bu ahenkli süreçte bebek kendi benliğini ‘öteki’den ayırt etmeyi öğrenir ve kendi iç dünyasını kurar. Böylece bebek psikolojik anlamda yeniden doğar. Kendilerine kıymet veren insanlar büyük ihtimalle çocukluk döneminde iyi ana-babalık görmüş bireylerdir. İnsanın cenneti de cinneti de erken çocukluk yaşantılarında gizlidir. Bohm’un “bozulmamış bütünlük”ü, şeylerin kendi içlerinde kendi düzenlerini özerk olarak sürdürmelerine rağmen, onları birbirine bağlayan derin bir düzen ve ahenk olduğunu öngörür. İnsan ahenk arar, bütünlüğün peşinde koşar. Freud’a kalırsa Tanrıyı arayış, ölüm korkusuna karşı kuşandığımız bir zırhtır. Kimileri ise Freud’un aksine, varoluşsal yalnızlığımızı yüce kudretten ayrı düşmüşlüğümüzle açıklar. Mevlâna, Mesnevi’nin girişinde sazlıktan koparılan neyin öyküsüyle bu ayrılığın eşsiz bir resmini çizer: “Her kim aslından uzak düşsün arar / Canana dönmek için bir uygun gün arar.”
Aldığımız yaralar dünya üzerindeki saltanatımızı sarsar. Dünyanın emin ve tekin bir yer olduğu ve bizim burada sonsuza dek kalacağımız hissi, yaralanmakla son bulur. Artık faniliği hisseden insan, kendini aşan bir anlamın peşine düşer. Zamanla eskiyip yıpranmayacak, ölümlü bedenlerimizle çürüyüp gitmeyecek bir anlam ararız. Tanrı her sokakta karşımıza çıkar. Bilinmek ister. Yaralarımızdan içeri girer. Ve insan Tanrı kendisiyle konuşsun ister. Ve O bizimle konuşur. İçimiz O’nu almayacak kadar başka şeylerle dolduğunda, yaralarımızla avunmayı unutup onlardan şikayete başladığımızda O’nu duyamaz oluruz. Oysa aldığımız yaralar bizi insan kılar. Acıyla büyürüz. Bilincin o uzun yolculuğunda Tanrıya kâh sitem eder, kâh O’na teslimiyetle kendimizden geçeriz. O yaralarımızdan içeri sızar ve bizi onarır. Rüzgarı yüzümüzde, güneşi elimizde hissederiz. William Blake’in eşsiz dizelerinde söylendiği gibi, ebediyeti bir saate sığdırır ve sonsuzluğu avucumuzda tutarız.
Bu yazı İbrahim ve İsmail için. Teslimiyet ve yakınlık, korku ve titreyiş için. Yaralarını ruhuyla sıvayanlar için. Kurban Bayramı’nız kutlu olsun!
Paylaş
Tavsiye Et