Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2007) > Dosya > 12 Eylül’den kalanlar
Dosya
12 Eylül’den kalanlar
Mümtaz'er Türköne

1980’DE, 27 Mayıs Darbesi’nin üzerinden tam 20 yıl geçmişti. Bizlere asırlar öncesi kadar uzak bir tarih gibi geliyordu; ama değildi. Adnan Menderes’in asıldığı günü annemin dinmeyen gözyaşlarından hatırlıyorum. 12 Mart Muhtırası verildiğinde ise liseye yeni başlamıştım. ‘Anarşist’ kelimesi (halkın dilinde ‘anarşit’) ile isimlendirilen gençler, bizim gibi ergenlik döneminin çalkantılarını yaşayanlar için çizgi roman kahramanlarına benziyorlardı. İlginin odağındaydılar. Gazeteler sürekli onlardan bahsediyordu. O tarihlerde Hürriyet gazetesinin birinci sayfasından hatırladığım şekilli ve açıklamalı “Bomba nasıl yapılır?” haberi, izlediğimiz gündemlere de ışık tutuyordu.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde topu topu 18 kişiydik. Her birimizin ayrı bir hikayesi, ayrı bir sebebi vardı. Ortak paydamız yoksulluktu. Zekamızla, gayretimizle geldiğimiz yerlerin şartlarını aşmış, Fakülte’ye kapağı atmıştık. Mezun olacak; oradan aldığımız diploma ile tırmanmaya devam edecektik. Okulumuzun kapısından içeri giremiyorduk. Öfke ve nefret karşılıklı idi. Ama sebebini, birlikte karşılıklı olarak üretiyorduk. Sebep fikirler, ideolojiler değildi. Kimse savunduğu fikirleri adamakıllı bilmiyordu. Sebep temsil ettiklerimiz değildi. Temsil ettiklerimizden yüzyıllarca sonra bizim sahip olduğumuz nefreti, bizden başka kimse üretememişti. Sebep içinden çıkıp geldiğimiz yer de değildi. Faşistler işçi-köylü çocuğu, komünistler burjuva, en azından küçük burjuva çocuğuydu. O zaman neydi? Onca kanın, onca düşmanlığın sebebi neydi?
12 Eylül’e sermaye ettiğimiz bu öfkeyi ve nefreti anlaşılır hale getirmek zorundayım. Bugünün nefretini, bir şeylere sermaye edilen düşmanlığı başka türlü anlatamam.
26 yıl önce bana ve benim neslime yaşatılanlar bir kabustu. 12 Eylül’den bahsetmek 26 yıl öncesine değil, dün yaşadıklarıma dönmek ve bir tanıklığı paylaşmak benim için.

Darbelerin İdeolojisi
Koğuştan bir arkadaşımız, kapının mazgalına yaklaşır ve Nutuk’tan bir bölümü bağıra bağıra okurdu. Dışarıda, kapının önünde bir nöbetçi durumu kontrol ederdi. Okuyan birkaç cümlede bir metne döner; arada yan koğuşlara mesajlar verilirdi. Bir sorgulamanın, bir duruşmanın sonuçları, uzun koridor boyunca A Blok’un koğuşlarına Nutuk’tan parçalar olarak iletilirdi. Karşıdan yine Nutuk metni içine yerleştirilmiş cevaplar gelirdi. Arada nöbetçinin “Doğru okuyorsun değil mi lan?” sorusuna, “Al, bak istersen” karşılığı verilirdi.
Darbe ideolojisinin “doğru okuması”nı hiçbir zaman söylenen sözlerde veya yazılanlarda bulamazsınız. Kutsal bir metin gibi okutulan Nutuk’un, Cumhuriyet’in kurucu kadroları arasındaki rekabetin polemiği olduğunu, “Nutuk’u okudun mu?” diye soranların çoğu bilmez. Nutuk ve diğer metinler, darbe yapanlar tarafından tıpkı bizim koğuş mazgalında okuduğumuz gibi başka amaçlara alet edilir. Askerî darbelerin ideolojisi hep sonradan gelen bir meşruiyet arayışı olarak tezahür eder.
Yetkileri anayasada ve kanunlarda zikredilmiş, görevi ülkeyi savunmak olan devasa bir kurum. Devasa, çünkü ülke başka türlü savunulamaz. Elde silah, araç ve gereç, emir altında vatanî görevini yapan gençler hazır durmaktadır. Silah vatandaşa doğrultulacak, vatan borcunu ifa eden genç mazgalın kapısında bize Nutuk okutacaktır. Soğuk Savaş’ın sağlam kutupları arasında geniş bir hareket alanı açılmıştır. Savaşma ihtimali de mevcut değildir. Geriye kalan: “Darbeyi yaptık, şimdi ne yapacağız?” sorusuna verilecek cevaptır. Neyse ki, sivil generaller her zaman kapıda beklemektedir. Yapılacak şeylerin arasında, darbelerin ideolojisini yani meşruiyetini bulmak da mevcuttur. Cevaplar iki gerekçeye dayanarak verilir. Birincisi, ülkenin içinde bulunduğu kötü şartlar; ikincisi ise, okunmayan Nutuk’u bizim okuduğumuz şekilde, araya ilaveler sıkıştırarak okumaktır. İlki kahvehane ağzıyla kolayca üretilir. 27 Mayıs Darbesi, “Son müessif hadiseler…”, “Kardeş kavgasına meydan vermemek…”,  “Partilerin içine düştüğü uzlaşmaz durum”, “Partiler üstü tarafsız bir idarenin hakemliği”ne olan ihtiyaç gibi gerekçelere dayanmıştı.
12 Mart’ta ise, meşhur muhtıra şu şekilde başlıyordu: “Parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.” “Beşi bir arada” TRT kamerasının karşısına geçen generallerin arasında Kenan Evren de aynı cümleleri neredeyse kalıp halinde tekrarlamıştı: “…Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile, varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikrî ve fizikî haince saldırılar içindedir. Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür.”

“13 Eylül’de Kan Nasıl Durdu?”
Bu gerekçelerin tamamı için cevabı, 12 Eylül sabahı, Başbakanlık koltuğundan indirilen Demirel veriyor. Bir iğnenin kocaman bir balonu patlatmasına benzeyen bu cevabı, “vatana yönelik tehditler”den bahsedildiği her durumda hatırlamak gerekir. 12 Eylül’ün en yukarıdaki mağduru olan Demirel şöyle diyor: “Evren, ‘Biz bu sıkıyönetimi beceremedik’ diye benden yetki istedi. Yetki verilmediği halde 11 Eylül’de akan kan 13 Eylül’de nasıl durdu? 11 Eylül ile 13 Eylül arasında bir gün geçti. Yeni yetki yoktu, değişen neydi ki kan durdu?”
12 Eylül öncesinde yaşanan terör olaylarını ve devlet yönetimindeki yolsuzlukları iki sembol olay üzerinde özetleyebilir ve Demirel’in yorumuna derin bir perspektif kazandırabiliriz. Birincisi şu: 1 Mayıs 1977’de, Taksim meydanında miting yapanlara uzun namlulu silahlarla ateş açan ve otuzdan fazla insanın ölümüne neden olanlar kimlerdi? 70’li yılların özellikle ikinci yarısında artan ve insanın kanını donduran şiddet olaylarının kaçı “1 Mayıs formatı”nda gerçekleşti? Bugünün, şiddeti arttırarak devlet iktidarı içinde silahlı güçlere meşruiyet ve iktidar kazandırmak olarak tanımlanan “Şemdinli modeli” 70’li yıllarda acaba ne kadar yaygındı? Bu soruları sormaya hakkımız var; çünkü 1 Mayıs 1977 katliamı, bir paradoks olarak devletimizin bütün güvenlik ve yargı güçlerinin kucağında hâlâ duruyor.
Paradoks şöyle: Güpegündüz birileri, teşhis edilmemeleri imkansız şekilde topluluğa ateş açıyor ve bunlar yakalanmıyor ise; bırakın vatana yönelik tehlikeleri önlemeyi, bu olayın suçlularını bulamayan devletin kendini bile koruyacak mecali yok demektir. Veya bu kişiler devletin himayesi, hatta emri altında icraatlarda bulunmuşlardır. İki durum da, devletin sahiplerini töhmet altında bırakmak için yeterlidir. Psikolojik Harekat Dairesi’nin mimarlarından emekli Kurmay Albay Tahir Tamer Kumkale’nin 23 Ocak 2007 tarihli Zaman gazetesinde yer alan sözleri, bu töhmeti somut bir iddiaya dönüştürüyor. Kumkale, bazı genç subayların bizzat terör olayları içinde militan gibi devlete karşı saldırıları yönelttiğini ve bunların mahkeme tutanaklarına da geçtiğini söylüyor.
İkinci soru yine sembol niteliğinde ve bir türlü çözülemeyen “Lockhed Skandalı” ile ilgili. Amerikan uçak şirketi, dünya çapında uçak alımları için dağıttığı rüşvetleri açıklamış, birçok ülkede yer yerinden oynamıştı. Rüşvet dağıtılan ülkeler listesinde Türkiye de bulunuyordu. Her ülkede soruşturmalar yapıldı, suçlular teşhir edildi ve cezalandırıldı. Bugüne kadar sadece Türkiye istisna kaldı. Şu sorunun aşikar olan cevabını bilme hakkımız yok mu: “Kim veya kimler rüşvet aldı?”

Darbelerin Toplumsal Düzeni
Mamak’ta akşam içtimalarında, demir koğuş kapısı gelen askerlerin bağırtıları ve gürültüleri arasında açılır, koşarak koridora dizilirdik. Kapıdan çıkarken cop darbesi almak olağandı. Tek kol hiza ile uzun koridora dizildiğimiz zaman, doksan kişi uzun bir zincir oluştururdu. Sonra verilen komut üzerine İstiklal Marşı’nı söylemeye başlardık. Önümüzdeki asker yüzümüze yaklaşır, sesi az çıkanları coplamaya başlardı. Asıl problem harmoni idi. Okulda İstiklal Marşı söylerken, kollarıyla bize solfej çeken müzik öğretmenimizin önemini o koridorda anlamıştım. O kadar uzun zincir oluşturan bir grubun, İstiklâl Marşı’nı uyumlu olarak söylemesi imkansızdı. Daha başında ses eko yapmaya başlıyor ve anında yediğimiz toplu dayakla cezalandırılıyorduk. İstiklal Marşı yüzünden dayak yemenin eziyeti bir kenara, bu işte bizim suçumuz gerçekten yoktu. Askerî hiyerarşinin çözmeyeceği bir toplumsal düzen sorunu bile değil, düpedüz bir fizikî düzen sorunu yaşıyorduk.
Askerî darbelerin toplum üzerinde bıraktığı tahribatın muhasebesini yapmak çok zor. Ama bu tahribatın, bizim medenî milletlerle aramızda bir türlü aşamadığımız farkı oluşturduğu çok açık. Sık sık maruz kaldığımız darbeler, darbe korkuları ve toplum üzerindeki askerî düzen baskısı, bu toplumda ortaya çıkan bütün olumsuzlukların kaynağını teşkil ediyor. Nasıl mı? Toplumsal düzeni, askerî düzenin kalıpları içine sığdırmaya çalıştığı için. Yaşadığımız tarihle, yeteneklerimiz ve kültürümüzle, güçlü ve dirençli bir toplumuz. Medenî toplumlarla tek farkımız, elinde silah bulunduranların bu silahı bize doğrultarak bizi yönetmeleri. Elinde silah olanların sözünün geçtiği, kaba gücün egemen olduğu bir toplumun gelişmesi, diğer toplumlarla rekabet etmesi mümkün mü?
Benim Mamak Askerî Cezaevi’nde yaşadıklarımın kat kat fazlasını, Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu bulunanların yaşadığını biliyorum. Uzun süre İstiklal Marşı bana, gördüğüm ezayı ve cefayı hatırlattı. Peki, Diyarbakır Cezaevi’nden yolu bir şekilde geçenlere ne oldu? Bir militan fabrikası şeklinde çalışan bu cezaevinde görev yapanların, PKK terörü içindeki payını, teröre çare arayanların itiraf etmesi lâzım. Dayakla, baskıyla, işkenceyle bir sorunu çözeceğini zanneden ilkelliğin bu ülkede egemen olabilmesi, karşılaştığımız birçok sorunun kaynağı değil mi?

Askerler ve Askerî Darbe
Aklı başında birçok kimse, darbeleri eleştirirken askerlik mesleğini ve orduyu da eleştirdiklerini, hatta asker düşmanlığına fırsat verdiklerini düşünüyorlar. Halbuki tersine darbecilerle askerlik mesleğini birbirinden ayırmak gerekir. Darbeciler, askerlik mesleğinin onuru ve prestiji arkasına saklanarak, darbelere manevî destek arıyorlar. Avni Özgürel, 27 Mayıs’ın yıldönümünde yazdığı nefis yazıda, bir subay olan babasının o gün üniformasını çıkarttığını ve bir daha giymediğini anlatıyordu. Bu satırların yazarı da bir asker çocuğu olmanın bütün zorluklarını yaşamıştır. Darbeler söz konusu olduğunda eleştirilerin askerliğe değil, elindeki silahı ülkeyi korumak yerine iktidarı kaba güçle ele geçirmeye niyetlenenlere yapıldığını hatırlamalıyız. Değişmez kural, ordunun savunma görevini hakkıyla yerine getirebilmesi için subayların siyasetin uzağında durması gereğidir. Darbeci asker mesleğine ihanet eden askerdir; çünkü ülkesine kötülük etmektedir.
Tarihe mal olmuş bir yığın ‘kötü’ asker vardır. Hepsi de boğazına kadar siyasete bulaşanlardır. 1839 yılında donanmayı Kavalalı’ya teslim eden Hain Ahmet Paşa bir askerdi, hem de donanma komutanı idi. “Gazi Osman Paşa benim önüme geçer” diye imdada yetişmeyen ve 93 felaketinin müsebbipleri arasında yer alan Süleyman Paşa da askerdi. “Edirne’yi Enver geri alacaksa, Bulgarların elinde kalsın” diyen Halaskâr Zabitan subayları da askerdi. Ankara hükümetine Kurtuluş Savaşı’nın en zor anlarını yaşatan Nigahbancılar, Kuvva-i İnzibatiyeciler de askerdi. Hatta, Aznavur da bir askerdi.
27 Mayısçılar da asker; 27 Mayısçıların tekmelediği iki eski genelkurmay başkanı da askerdi. Emekliye sevk edilen cunta muhalifleri de askerdi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ve Türk milletine 27 Mayıs darbesini yapan askerlerin verdiği zararın, ettiği kötülüğün benzerini başka kim yapabilir? 12 Mart’ıyla, 12 Eylül’üyle hatta 28 Şubat’ıyla askerler bir hatayı başka bir hatayla düzeltmek için uğraşmadılar mı? Toplum olarak hâlâ bu müdahalelerin faturasını ödemiyor muyuz? Geriliğimizin, ilkelliğimizin tek sebebi elinde silah olanların hüküm icra edebiliyor olması değil mi? Yurdu savunmak için verilen silahları iktidarı ele geçirmek için kullanmak bu vatana ihanet değil mi?
Yaşadığımız dört darbeden şu sonucu çıkartmalıyız. Şartlar olgunlaştığında veya zorla olgunlaştırıldığında darbe yapılır. Her zaman şartları olgunlaştıracak birileri de bulunur. Öyleyse macera peşinde koşanları, gücün peşinde olanları ve onlara destek olan sivil kurmayları durduracak veya caydıracak bir güce ihtiyacımız var.
Bütün darbecilerin ortak korkusu sivil bir dirençle karşılaşma ihtimalidir. Bu sivil direnci ve iradeyi, bugün “askerî vesayet” iddiasının tam karşısına kuvvetle yerleştirmek ve silahlı gücü anayasa ve hukukun içinde tutmak zorundayız.
12 Eylül’e dair tanıklığımın nihaî hükmü şudur: 70’li yıllarda yaşanan şiddetin sorumlusu ben değilim. Ben tek bir kişiye bile fiske vurmadım. Hem 70’li yılların kan deryasının hem de sonrasında artan etnik terörün sorumluları, 12 Eylül’de devlet yönetimini ele geçirenlerdi.


Paylaş Tavsiye Et