TÜRKİYE demokrasi tarihi, aynı zamanda onun kesintiye uğrayışının, muhtıra ve darbelerin tarihidir. Bu topraklardaki darbelerin tarihi, çok partili hayata yeniden geçilen 1946 yılından çok daha gerilere gider.
Dünyanın birçok ülkesinde mevcut olduğu kadarıyla veya asgari ölçüleriyle bile demokratik bir siyasi rejimde yaşamamızı engelleyen, her dönemde kurbanlarına tarifsiz acılar yaşatan ve bu topluma onulmaz yaralar açan darbeler nasıl bu kadar kolay yapılabiliyor? Neden bizde “darbelere dayanıklı” bir sosyo-politik düzen inşa edilemiyor? Neden darbe tehlikesi, sürekli olarak başımızın üzerinde bir balyoz gibi duruyor? Ve eğer bir gün Türkiye bu beladan kurtulacaksa, bunun zemini ne olabilir?
Darbeler Birbirine Benzer
Her ülkede, kendi koşullarının ‘farklı’ olduğunu, dolayısıyla yaşadıkları darbenin dünyanın diğer yerlerindeki darbelerden farklı olduğunu düşünenler vardır. Oysa darbelerin ekonomi politiğinin gerçek ve görünür gerekçelerini anlamak için dışarıya bakmak, çoğu kez kendimizi görmek ve kendi yaşadıklarımızı anlamak bakımından epeyce ufuk açıcıdır. Çünkü dünyanın her tarafındaki darbeler, şaşırtıcı ölçüde birbirine benzer. Gerekçeleri de öyle.
Venezüella’da ezici bir çoğunlukla iktidara gelen meşru Devlet Başkanı Chavez’e karşı darbeye kalkışanlar, yaptıklarını “demokrasiyi yeniden temin etmeyi amaçlayan bir eylem” olarak haklı göstermeye çalışıyorlardı. Cezayirli generallerin darbe gerekçesi de “fundamentalizmle mücadele”ydi. Yunanistan’daki Albaylar Cuntası’na göre de darbe zorunluydu; çünkü “çok yakında komünistlerin ülke yönetimini ele geçirecekleri” bilgisine sahiplerdi. Pakistan’ın dersini Türkiye’de almış darbeci generali Müşerref’in gerekçesi ise “sivil siyasetçilerin yolsuzlukları ve kötü işleri”ydi. Kısacası, dünyanın her yanındaki darbeciler, darbeyi kendi çıkarları için yapmamışlardı; gayet “meşru ve makul” gerekçeleri vardı.
Türkiye’de Darbe Geleneğinin Arka Planı
Siyasi gerekçelerine bakıldığında, Türkiye’de de askerî darbeler, ülkeyi bazı “iç düşmanlar”dan kurtarmak için mecburen başvurulan bir yoldur. Darbeler bazen “anarşi ve terörü ortadan kaldırmak”, bazen “ülkenin komünizme teslim olmasını önlemek”, bazen “anayasayı korumak” ve her zaman “irtica tehlikesiyle savaşmak” için yapılır. Bu bakımdan Türkiye’deki darbelerin, dünyanın diğer ülkelerindekilerden çok da farklı nedenlere dayanmadığı görülür. Darbelerin gerekçesi elbette ‘sonradan’, yani darbe başarılı olduktan sonra gelir. Bu gerekçelerin haklılığını kanıtlamak ise her darbe sonrası aydınlara, üniversite hocalarına ve medyaya düşer. Ancak darbeleri anlamak için, onun siyasi gerekçelerinin bir adım ötesine geçmek, onun kaynağını teşkil eden iktisadi ve siyasi arka planı mercek altına almak gerekir.
Adını ister “merkez-çevre” isterse “kapıkulu-reaya” olarak ifade edelim, Türkiye’de tarihsel olarak sosyo-ekonomik bakımdan birbirinden farklı iki kesimin mücadelesini görürüz. İlk grupta yer alan ve sosyal piramidin tepesindeki küçük üçgeni teşkil eden avantajlı kesimle, onun altında yer alan büyük dezavantajlı çoğunluk arasındaki çelişkidir bu. Bu üçgenin yukarısında üst düzey asker ve sivil bürokrasi, büyük/devletçi sermaye, eşraf ve büyük toprak sahibi vardır; aşağıda ise esnafı, köylüsü, işçisi, memuruyla orta ve alt sınıfların çoğunluğu. Ülkenin ekonomik varlığını, bürokratik ve siyasi makamları ile maddi değerlerini bölüştürme yetkisine sahip olmak için yapılan sonu gelmez bir mücadeledir bu. Geçmişten günümüze, her iki sosyal kesimin de siyasi temsilcileri ve çıkarlarını savunan ideolojik yönelimleri tespit edilebilir.
İdeal tipleri itibarıyla tarihsel olarak, İkinci Meşrutiyet sonrası Babıâli Baskını ile iktidara el koyan İttihat-Terakki Cemiyeti’nden Cumhuriyet döneminde CHP’ye uzanan siyasi çizgi (Buna “Birinci Çizgi” diyelim), karşısında daima ‘çevre’ veya ‘reaya’yı temsil eden ikinci bir siyasi çizgiyi bulmuştur. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’ndan Ahrar Fırkası’na, Demokrat Parti’den Özal ANAP’ına ve bugünkü AK Parti’ye kadar çeşitli isimler alan bu “İkinci Çizgi”, ilki tarafından belirlenen sınırlı bir alanda siyaset yapmaya çalışmıştır. Kendisine belirlenen alanı zorlayarak, seçmen çoğunluğundan aldığı güçle “Birinci Çizgi”yi temsil edenlerin sahip oldukları ekonomik ve siyasi avantajlara, mevki ve makamlara talip olduğunda ise “siyasi kriz” veya “rejim sorunu” ortaya çıkmıştır.
Çok partili dönemden, yani “demokrasiye geçildikten” sonra yaşanan darbe ve muhtıraların anlamını da bu ekonomik ve sosyal temelde aramak gerekir. Kendisini nasıl meşrulaştırmaya çalışmış olursa olsun bütün darbelerin işlevi, iyi-kötü demokratik süreç içinde “İkinci Çizgi”yi temsil eden iktidarlar tarafından aşındırılan ‘merkez’in çıkarlarını korumak ve kayıplarını telafi etmek olmuştur. Darbelerin meşrulaştırıcıları olan medya, üniversite ve aydınlar ise, ideolojik işlevlerinin karşılığı olarak, el konan maddi değerlerden paylarına düşeni almışlardır. 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, 12 Eylül’den 28 Şubat’a kadar bütün darbe, muhtıra ve müdahaleleri, kendilerini haklılaştırmak için ileri sürdükleri gerekçelerden bağımsız olarak, ifa ettikleri maddi, ekonomik, sınıfsal işlevlerine bakarak değerlendirdiğimizde veya yetki, statü ve iktidarın el değiştirmesinde hangi kesimlerin kazançlı, hangi kesimlerin zararlı çıktığına baktığımızda; görünen tablo, piramidin altında yer alanların hep kaybettikleridir ve bunun istisnası yoktur.
Darbelerin Tabanı, İdeolojisi ve Aktörleri
Bu anlamda Türkiye’de darbe ve muhtıralar, sosyo-politik sistemin ve buna bağlı olarak siyasi rejimin işleyişinin arızi bir unsuru olmayıp, onun kendisini sürekli olarak yeniden üretmesini sağlayıcı daimi bir unsurudur. Sürekliliği sağlayan ve neredeyse periyodik olarak ‘sorunsuz’ gerçekleştirilmesini mümkün kılan ise, onun bir toplumsal tabanının, daimi ve değişken siyasi aktörlerinin mevcut olmasıdır. Kabaca özetlersek bu toplumsal taban, Ankara’da Çankaya, İstanbul’da Nişantaşı, İzmir’de Karşıyaka’dır; daimi aktörler korporatif rejimlerdekine benzer bir işlev gören meslek odaları ve birlikleri, barolar, sendikalar; değişken aktörler ise, her darbede ‘öteki’ne karşı darbecilere destek veren kesimler, partiler, kanaat önderleridir. Bu anlamda Türkiye’deki darbeler, erken kalkanın darbe yaptığı azgelişmiş ülkelerin rejimlerinden nitelik olarak farklı ve daha karmaşıktır. Üstelik darbelerin sınıfsal işlevini örten, özü itibarıyla derinliksiz olsa da son derece iyi işlenmiş bir resmî ideoloji de üretilmiş ve çeşitli versiyonlarıyla piramidin altındaki kesimlere az-çok benimsetilmiştir. Hatta bu ideolojiye karşı olan kesimler bile, onun bölücü, iç düşman üretici ve dolayısıyla kolektif bir toplumsal muhalefet örgütlemeyi imkansız hale getirici içeriğinden etkilenmiş; bu ideoloji siyasi, etnik veya dinî nedenlerle ona muhalefet edenlerde bile bir düşünce stili olarak kendi suretlerini oluşturmuştur.
Çıkış Yolu Var
Darbelerden kurtulmak, insan haklarına dayalı demokratik bir rejim kurmak ve kurumsallaştırmak, yukarıda bahsedilen iki sosyo-ekonomik taban arasındaki mücadeleyi ifade eden siyasi çelişkinin, “İkinci Çizgi” lehine çözülmesinden geçer. Darbelere dayanıklı, sağlıklı bir demokrasinin tesisi ise ekonomik, siyasi, ahlaki ve kültürel alanlarda verilecek çok boyutlu ve tutarlı bir mücadeleye bağlıdır. Bunun çerçevesi şöyle özetlenebilir:
Türkiye’de ‘çevre’yi veya ‘reaya’yı taban alan “İkinci Siyasi Çizgi”nin olabildiğince geniş, kapsayıcı ve tutarlı bir siyasi temsilinin sağlanması gerekir. 1960 sonrası piramidin geniş tabanına dayanan bu çizgi, ana kütlesini her zaman bir siyasi partide muhafaza etmekle birlikte hem bölünmüştür, hem de Demirel gibi aktörlerle yukarıdan aşağıya belirlenerek kapsayıcılığı, etkinliği ve tutarlılığı zarar görmüştür.
Darbe karşıtı mücadele, tutarlı bir ahlaki ve siyasi bilinçten bağımsız düşünülemez. Bunun anlamı, hangi nedenle ve kime karşı yapılmış olursa olsun, demokrasiye yönelik müdahaleleri reddetmek, demokratik kural ve işleyişi sonuçlarından bağımsız olarak savunmayı öngören bir ahlaki perspektifi yerleştirmektir. Bunun için “iyi darbe-kötü darbe” ayrımıyla mücadele etmek zorunludur. 27 Mayıs’ı veya 28 Şubat’ı atlayarak 12 Eylül’ün kurbanlarını anmayı tercih edenleri suçlamak yerine onları rehabilite edecek kapsayıcı bir siyasi tutum geliştirebilmek, onların öteki kurbanlarla yüzleşmelerini sağlamak daha erdemli bir yoldur. Kategorik olarak bütün darbeleri gayrimeşru ilan etmeyi mümkün kılacak ahlaki ve siyasi bir duruşu tesis etmek zorunludur.
Türkiye’de bugüne kadar başarılamayan budur. Geçmişi değiştirmek, onun acılarını telafi etmek, darbe ve muhtıraların kurbanlarını veya kaybettiklerini geri getirmek mümkün değildir. Ancak önceki kuşakların yapamadığını yapmak, çocuklarımıza özgür, adil ve insanca yaşayabilecekleri bir gelecek bırakmak mümkündür.
Paylaş
Tavsiye Et