BİLİNEN ilk şehir Uruk’tan (M.Ö. 3500 civ.) bu yana insanlık bir adım ilerledi mi? Bu sorunun yanıtı “insan nedir?” ya da “insanlık nedir?” gibi derin-yapıyı ilgilendiren soruların sorulmasını zorunlu kılıyor. Pek çok kişinin sormadığı, sormak istemediği, hatta sorulduğunda uzaklaştığı, kaderimizi belirleyen sorular… Yanıt hakkımızı mahfuz tutmak kaydıyla şimdilik bu soruları ele almayacağız. İnsanın şeyle teması hiç şüphesiz Dünya’ya ilişkin yorumunu da etkiliyor. Her temas başka bir yorumdur; her yorum da başka bir hayat. Eşyanın biçiminin değişmesi, o biçime yüklenilen remzî değerin başkalaşması, kısaca içeriğe ve derinliğe ilişkin farklılaşmalar insanın ‘nelik’ine ilişkin bir çoğalmayı her zaman getiriyor mu? Ekili bir toprak parçasını yabanî canlılardan korumak için çekilen çit ile belirli bir topluluğu başka topluluklardan korumak için inşa edilen sur arasında yapı farkı dışında bir anlam farkı var mıdır? İnsanı eşyayla temasında tetikleyen, belirleyen ve yönlendiren derin-yapı nedir? Sorular bir kere yola koyuldular mı ya onlarla beraber gider kaderinizi ararsınız ya da derin-uykuya dalar kurtulursunuz. Derin-uyku yani yaşam denilen gürültü. Gürültüden kurtulup sükûnet biriktirmek ve aslında bir adım ilerlemediğimizi, yalnızca şeyle temas tarzlarımızın değiştiğini göstermek için, bu yazıda, bir sorunu, “şimdiden hareketle geçmişi eleştirmek” sorununu örneklendirerek ele alıp inceleyeceğiz.
İnsanlar çoğun eskiyi eleştirir; ancak şimdide ne olduğu daima görmezden gelinir. Kişi, içerisinde yaşadığı bağlamı nihai hakikat, en doğru zanneder. Bu zan ile geçmişi yargılar, geleceği umar. Herkes de şimdisinin tarihini yazar. Bana bir kültürün tarih tasavvurunu söyleyin, size şimdisini söyleyeyim. Çünkü her kültür kendi şimdisini haklı çıkarmak için uygun bir geçmiş yaratır. Bu nedenle tarih her zaman şimdinin ilgilerine hizmet eder. Şimdiyi geçmiş kılmak en nihayetinde şimdide bu şekilde yaşamının vicdanî meşruiyetini temin içindir. Bu durumu yaratanın dinî, siyasî, felsefî, iktisadî inançlar ve kabuller olduğunu söylemenin yalnızca kökeni tespit açısından bir önemi var. Bir şeyin kökeni ile nasıl meydana geldiğini belirlemek, o şeyin ‘nelik’ini vermez. Örnek olarak insanın oluşumunu tasvir ve tavzih insanın ne olduğunu yakalamamıza yalnızca yardımcı birer unsurdur; yoksa insanın mahiyetine ilişkin bir cevap değil.
Şimdiye değin dile getirilenleri bir örnekle açıklamaya çalışalım: XVIII. yüzyılda Batı Avrupa’da telif edilen eserlere şöyle bir göz gezdirildiğinde genelde Ortaçağ’ın, özelde Katolik Kilisesi’nin özgür düşünceye neler yaptığını ayrıntılarıyla tasvir eden sahnelerle çokça karşılaşılır. İlk elde bu eserlerle muhatap olan, o zaman diliminde yaşayan bir kişi, şimdisini olumlayacak, kendisine tasvir edilen geçmişi ise yerecektir. Ancak, XVIII. yüzyılda hemen bir yüzyıl önce yaşamış Spinoza’nın düşüncelerini benimseyen, hatta yakınlık duyan Üniversite hocalarının bile işlerinden kovulduklarını, toplumsal statülerini kaybettiklerini düşünce özgürlüğü adına dikkate almayacaktır. Ne de olsa XVIII. yüzyılda içerisinde yaşanılan hakikatin ta kendisidir ve bu hakikatin dışından kalana reva görülen muamele doğrudur. Bu süreç aynı şekilde devam edecektir: XIX yüzyılda yaşayan bir kişi de bir önceki yüzyılda Spinoza severlere nasıl kötü davranıldığından dem vuracak; ancak kendi çağında neler olduğunu göz önünde bulundurmayacaktır. Bu durum şuna benzer: Her siyaset bir önceki dönemin yolsuzluklarını irdeler; kendi dönemininkileri de bir sonraki nasıl olsa inceleyecektir. Önemli olan yolsuzlukun bizzat kendisi değil, kimin yaptığıdır çünkü… Güney ve Kuzey Babil’deki şehirlerin birbirleriyle kavgalarını hatırlatıyor bu: Her şehrin tanrısı vardır ve bir şehrin tanrısı diğer şehre kötülük yaptığında doğru yapar; ama kendi şehrine iyilik yapmak zorundadır. Günümüzde de öyle: Her kültür kendi kültünü en hakikat sayıyor; “benim şehrimin kültü senin şehrininkini döver” mantığıyla hareket ediliyor; ya da daha başka bir deyişle “benim ideolojim seninkini döver”. Görüldüğü üzere Uruk’tan günümüze ilerleme kültten ideolojiye doğru bir büyük evrim! Bırakınız farklı kültürleri aynı kültürler içerisindeki farklı yönelimler bile benzer halet-i ruhiye ile hareket ediyor: Herkes kendi fikrinin özgürlüğünü istiyor; fikir özgürlüğü değil.
Kendi durumumuzdan da bir örnek verelim: XVII. yüzyılda şehr-i İstanbul’da bilmem hangi dervişin/şeyhin etrafında toplanan kalabalıkta geri kalmamızın derin nedenlerini bulduğunu iddia eden aydın, kendi şimdisinde hem ahlak hem bilgi hem de kişilik bakımından toplumun en dibinde bulunan bir -sözde- sanatçının etrafında topladığı kendilerini jiletleyen kalabalık hakkında hiçbir fikre sahip değil. Kim bilir; beş yüz yıl sonra -bu topraklardaki kültür devam ederse- yaşayan bir aydın da, kendi çağını mutlak hakikat sayıp, yok olmamızın derin nedenlerini beş yüzyıl önceki jiletçi kalabalıkta bulacaktır. Ya da geçmişi kötüleme adına, bahsedilen geçmişin hakikatini dikkate almaksızın Türkçenin nasıl ihmal edildiğinden dem vuran aydın, kendi şimdisinde “Türkçe şarkı söyleme ısrarını geri kafalılık” diye yargılamayı büyük bir anlayışla karşılayacaktır!
Kendi dünyamızda daha da ilginç olaylar oluyor: Bir felsefeci çıkıp eskiyi eleştiri adına Doğuluların tarihî bilincinin zayıflığından bahsedebiliyor. Ama kendisi bırakın 1928 öncesini 1980 öncesinde kaleme alınmış felsefe metinlerini okumaktan bile aciz. Ya da bir TV kanalında, Türklerin kendi kültürel değerlerini ihmal ettiğine dair ahkâm kesiliyor. Ama bu kanalda Türk kültürüne dair hemen hemen hiçbir program yok; adı bile yabancı. Sanki kendileri başka bir dünyaya ait de ötekini eleştiriyorlarmış gibi davranıyorlar. Aslında yaptıkları efendilerinin kendilerine biçtiği elbiseyi giymek için vicdanî rehabilitasyon… Türkiye’de düşünce geleneği olmadığından dem vuranların çıkardığı felsefe dergisinin yalnızca adresi Türkiye; bir de bilinmeyenleri bilinenlerinden fazla Türkçemsi bir dil. Kısaca herkes kendisini odasına kapatmış Güneş’i penceresinden giren ışık hüzmesi zannediyor. Bu zan, zan olarak kaldığında tehlikeli değil; ama hakikate inkılâp ettiğinde yıkıcı ve kıyıcı hâle gelebiliyor. Kanımızca geçmişin korkuları ile şimdinin korkuları birbirinden mahiyetçe farklı değil; yalnızca korkulacak şey-ler değişmiş, başkalaşmış; ama insanlar başka insanları kendi hakikatleri adına korkutmaya devam ediyor.
Böyle bir durum karşısında neler yapılabilir? Kadim felsefî mirasımızın dile getirdiği üzere, sıfatı olmaksızın mevsufu incelemek mümkün mü? Ne yapılırsa yapılsın dikkat edilmesi gereken en önemli ilke şu olmalı kanımızca: Şimdide tartışılmaz ilkeler manzumesi içerisinde var-olan bir sisteme, alternatif bir sistem tasavvur etmek, var-olan sisteme katılımı artırmaktan başka bir işe yaramaz. Kelime-i şehadeti sorgulanmadan bir itikatla yüzleşmek, yalnızca o itikadın sıra dışı bir kolu olmaya yarar. Biz Türklere gelince başka bir ilke daha var: Bu topraklarda yalnızca itikadî mensubiyeti olan, ama medenî/tarihî aidiyeti bulunmayan insanlarla Türkiye üzerinde konuşmamak… Yalnızca gülümsemek…
Paylaş
Tavsiye Et