BUGÜN “bir bardak suda koparılan büyük bir fırtına”ya dönüştürülmüş olan İran’ın nükleer programı, Şah döneminde ABD ile İran arasında imzalanan bir anlaşma çerçevesinde başladı. İran, 1968 yılında imzalanıp 1970’te yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT)’na daha başlangıçtan itibaren taraf oldu. Bu dönemde İran, ABD’nin hegemonik çıkarlarının Ortadoğu’daki jandarmalığını büyük bir iştahla yaptığından, Batı dünyasının gözünde “istikrarlı bir ülke” ve “güvenilir bir dost” idi. Hatta öyle ki, 1960’lı ve 70’li yıllarda İran’a nükleer teknoloji satma konusunda Batılı ülkeler adeta birbirleriyle yarışmaktaydı. Sözgelimi, bir kısım ABD şirketleri İran’da nükleer yakıttan plütonyum üreten yeniden işleme tesisleri kurarken, Alman şirketleri de basınçlı su üreten nükleer tesisler açmışlardı.
1979’da gerçekleşen İslam Devrimi’nden sonra yeni yönetim, Şah döneminde başlatılan geniş kapsamlı nükleer programı askıya aldı. Ne var ki, kısa bir süre sonra nükleer faaliyetlere yeniden başlamaya karar veren İran, bu kez daha ziyade kendi kaynaklarına yaslanmayı bir stratejik hedef olarak belirledi. Bu çerçevede Birleşmiş Milletler örgütünün nükleer meselelerdeki gözü kulağı olan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na yaptığı bir bildirimle, bundan böyle nükleer faaliyetleri için kendi üreteceği nükleer yakıtı kullanacağını ifade etti. O dönemde Ajans’ın İran’a güveni tamdı. Öyle ki, Ajans, 1983 yılında NPT’ye uygun olarak, sivil amaçlı olduğundan kuşku duymadığı İran’ın zenginleştirilmiş uranyum yakıtı elde etme yönündeki çabalarına katkı sağlamak maksadıyla, bu ülkeye teknolojik destek vereceğini beyan etmişti. Ne var ki, sonradan ABD’nin baskıları sonucu geri adım attı.
İran’ın nükleer enerjiye ulaşma amaçlı tüm çabaları, 1980’li yıllardan itibaren çoğu zaman İran’ın Batılı eski-ortakları tarafından sabote edilmeye çalışıldı. Sözgelimi, Fransa bu ülkeye devrim sonrasında zenginleştirilmiş uranyum satmamakta direndi. Almanya da benzer şekilde, nükleer reaktör kurmak için gereken teknik malzemeyi İran’a vermedi. İran bu süreçte daha ziyade kendi imkanlarıyla gerekli bilimsel/teknolojik altyapıyı oluştururken, zaman zaman da Rusya ve Çin’den nükleer malzeme, teknoloji ve ekipman aldı. Sözgelimi önemi tartışılmaz olan Buşehr’deki nükleer santral Rusya tarafından inşa edildi.
Halihazırda İran, nükleer programı bünyesinde, çeşitli araştırma enstitüleri, nükleer reaktörler ve uranyum zenginleştirme faaliyetlerini de kapsayan uranyum işleme tesisleri kurmayı başarmış bulunuyor. Geniş kapsamlı sivil nükleer programı sayesinde, İran’ın 2010 yılında 6.000 megavat düzeyinde elektrik elde etmeyi hedeflediği biliniyor. İran, nükleer programını, sahip olduğu petrol ve doğalgaz kaynaklarını çeşitlendirmek ve bu alanda önemli bir teknolojik sıçrama yapmak için büyük bir imkan olarak görüyor. Bu hususta İran’daki tüm siyasi partiler ve toplumun hemen hemen bütün kesimleri hemfikir. Yöneticiler dahil, İran’da herkes şunu söylüyor: “İran’ın barışçıl amaçlı olarak nükleer sanayi kurması bir hayat memat meselesidir.”
İran da dahil olmak üzere bugün devletlerin tamamına yakını,‘bağlayıcı’ niteliği kuşku götürmeyen NPT’ye taraftır. Bu anlaşmanın öngördüğü üzere, İran’ın nükleer tesisleri de 1970 yılından itibaren Ajans uzmanlarının denetimine açıldı. Yine 1 Ocak 1967 itibariyle nükleer silah sahibi ve bu anlaşmaya taraf devletler, “nükleer silahları veya diğer patlayıcı nükleer araçları... nükleer silah sahibi olmayan herhangi bir devlete vermeme” yükümlülüğüyle karşı karşıyadır (1. madde). Nükleer silahlara sahip olmayan devletler ise, bu silahları elde etme arayışı içinde olmayacaklardır (2. madde). Anlaşmaya taraf nükleer silah sahibi olmayan devletlerin nükleer tesisleri Ajans uzmanlarının denetimine açık olacaktır. Burada hedeflenen, nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılıp kullanılmadığını saptamaktır (3. madde). Yine bu anlaşma çerçevesinde, nükleer teknolojiye sahip olan taraf devletler, “nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılmasını sağlayacak cihaz, madde, bilimsel ve teknolojik bilgilerin”, bunlara sahip olmayan devletlerle en geniş biçimde paylaşımını yükümlenirler (4/2. madde). 6. maddeye göre, nükleer silah sahibi olan taraf devletler, “nükleer silah yarışının yakın tarihte durdurulması” ve kapsamlı nükleer silahsızlanma için görüşmeleri “iyi niyetle yürütmeyi üstlenirler.”
Ne hazindir ki, “nükleer kulüp” üyesi olan taraf devletler, NPT’de belirtilen yükümlülüklerinin gereğini yerine getirmekten kaçınmışlardır. Başta ABD olmak üzere, İngiltere ve zaman zaman Fransa, ‘hasım’ saydıkları devletlerin nükleer teknolojiye ulaşmasını engellemek için sahip oldukları bilgi ve teknolojiyi bu devletlerle paylaşmak bir yana, onların bu yöndeki çabalarına sekte vurmak amacıyla nükleer teknolojiye sahip başka devletler üzerinde baskı uygulamaktan da çekinmemişlerdir. ABD bu anlaşmayı görmezlikten gelerek uluslararası taahhütlerini çiğnemekte ve dış ilişkilerinde yaygın biçimde baskı ve sindirme yöntemini kullanmaktadır. Bu ‘çarpık’ yaklaşımın uluslararası ilişkilerde mütemadiyen gerginlik ürettiği açıktır. Barışçıl amaçlı olarak nükleer teknoloji elde etmeye çalıştığını savunan İran’a, kısa vadede nükleer silah üretme kapasitesine sahip olmadığı bilinmesine rağmen uygulanan baskılar, hem gayri ahlakî hem de gayri hukukîdir.
Öte yandan, beş yılda bir yapılan NPT’yi Gözden Geçirme Konferanslarında, yeryüzünü küresel silahlardan tamamıyla arındırma önerileri, şu veya bu gerekçeyle, ABD başta olmak üzere, ilgili devletlerce hep reddedilmiştir. Sözgelimi, Mayıs 2005’te yapılan son Gözden Geçirme Konferansı’nda ABD, katılımcıların İran’ın nükleer programına odaklanmalarını isterken; diğer devletlerin kahir ekseriyeti nükleer silah sahibi devletlerin silahsızlanma yönünde herhangi bir gayret göstermeyişinin masaya yatırılması gerektiğini beyan etmişlerdir.
İran üzerinde emperyal odaklardan neşet eden uluslararası baskılar, bu ülkeyi bir bakıma tüm enerjisini nükleer silah üretimine hasretmeye “teşvik etmektedir”. İran’ın uzunca bir süredir ABD-İsrail ikilisi tarafından saldırı tehdidi altında tutulduğu açıkça görülmektedir. İran’ın bu durumu gerekçe göstererek NPT’den çekilmesi, aslında uluslararası hukuka hiç de aykırı olmayacaktır; zira anlaşmanın 10. maddesine göre, herhangi bir taraf devlet, bu anlaşmanın öngördüğü taahhütlerin “ülkesinin yüksek çıkarlarını tehlikeye düşürdüğüne karar verirse”, anlaşmadan çekilme hakkına sahiptir. Nitekim Kuzey Kore, bu tür gerekçe ve kaygılarla, 2003 yılında bu anlaşmadan çekildiğini ilan ederek, ülkedeki silah denetçilerini kovmuştur. Yalnızca anlaşmalar hukuku çerçevesinde değil, yapılageliş (teamül hukuku) kuralları çerçevesinde de nükleer silahların varlığını ve hatta kullanımınıyasadışı ilan etmek (ne yazık ki) bugün için pek mümkün görünmemektedir. Uluslararası Adalet Divanı, 1996 yılında vermiş olduğu Nükleer Silah Tehdidinin ya da Kullanımının Yasallığına İlişkin Danışma Görüşü’nde, nükleer silahlara sahip olan devletlerin, bu silahları güvenliklerinin nihai garantisi olarak gördüklerini ifade etmiştir. O nedenle, Divan’a göre, “ilgili devletlerin” bu husustaki ortak kanaatleri dikkate alındığında, nükleer silahların kullanımının yapılageliş kuralları çerçevesinde yasadışı olduğuna hükmetmek için vakit henüz erkendir. Bu durumda herhalde şu söylenebilir: Anlaşmaya taraf olmadığı sürece herhangi bir devletin nükleer silah sahibi olması, mevcut uluslararası hukuka zıt düşmeyecektir.
NPT’den birkaç yıl önce çekilen Kuzey Kore hariç tutulursa, bugün bu anlaşmaya taraf olmayan nükleer silah sahibi üç devlet vardır: İsrail 1967’de, Hindistan 1974’te, Pakistan ise 1990’larda nükleer silah üretmeyi ‘başararak’ nükleer kulübe girmişlerdir. Bu süreçte herhangi bir uluslararası denetime tabi olmamak için bu devletler bugüne dek NPT’ye taraf olmaktan kaçınmışlardır. Buna karşılık, bu anlaşmanın yükümlülüklerini benimseyerek nükleer silah üretme girişiminde bulunmamayı taahhüt eden ve tüm silahlarını bundan yıllar önce uluslararası denetime açan İran, hususiyetle ABD’nin (ve İngiltere’nin) bitmek bilmeyen çabaları neticesinde BM Güvenlik Konseyi eliyle kıskaca alınmaya çalışılmaktadır. ABD’nin başını çektiği uluslararası irade, hususiyetle 11 Eylül (2001) saldırıları sonrasında, İran’ın sivil amaçlı da olsa uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son vermesini istemektedir. Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın ABD ve İsrail karşıtı ateşli söylemleri de özellikle Batı kamuoyu ve bazı uluslararası kurumlar nezdinde ABD-merkezli saldırı ve yıpratma kampanyasının ‘inanırlığı’nı arttırmaktadır. Yoğun baskılar altında kalan Ajans ise 18 Eylül 2004’te oybirliğiyle aldığı bir kararda, İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetini dondurmasını istemiştir. Haziran 2006’da yayımlanan 2005 yılı raporunda ise, Ajans, “İran’ın elindeki tüm nükleer malzemelerin ve faaliyetlerin bilgimize sunulduğunu söyleyecek durumda değiliz” ifadesine yer vermiştir. Aşağıda incelenecek olan 1696 sayılı Güvenlik Konseyi karar tasarısına ilişkin tartışmalar sırasında İran’ın BM Daimi Temsilcisi’nin de vurguladığı gibi Ajans, aynı raporda, içlerinde 14 Avrupa ülkesinin ve bazı Güvenlik Konseyi üyelerinin de bulunduğu tam 45 devlet için benzer ifadeler kullanmıştır. Mamafih okkanın altına itilmek istenen sadece İran’dır.
Ajans’ın beklenen raporunun kendisine sunulmasıyla birlikte, vakit geçirmeden harekete geçen BM Güvenlik Konseyi, son bir yıl içinde İran’ın nükleer programına ilişkin iki kararı kabul etmiştir. Yalnızca Katar’ın ‘hayır’ oyu verdiği ve Temmuz 2006’da kabul edilen 1696 sayılı karar, 31 Ağustos 2006 tarihine dek uranyum zenginleştirme ve yeniden işleme faaliyetlerine son vermediği takdirde, İran’a karşı yaptırım kararı alınacağını ilan etmiştir. İran’ın bu faaliyetlerinden vazgeçmemesi üzerine, 23 Aralık 2006’da 1737 sayılı Güvenlik Konseyi kararı bu kez oybirliğiyle kabul edilmiştir. Bu karar muvacehesinde, bir yandan İran’a nükleer malzeme ve teknoloji satışı yasaklanmış, bir yandan da İran’ın nükleer programıyla irtibatlı olan kişilerin ve şirketlerin mal varlıkları dondurulmuştur. Daha da ötesi, karar, uranyum zenginleştirme faaliyetlerinden vazgeçmemekte bundan sonra da ısrar etmesi halinde, İran’a karşı daha kapsamlı yaptırımların yolda olduğunu bildirmektedir.
İran’ın nükleer silah üretmeye çalıştığı iddiası, hemen hemen herkesin kabul ettiği gibi temelsiz ve asılsız bir iddiadır. Ajans, bugüne dek hiçbir aşamada, nükleer enerji programını 1959’da başlatan İran’ın nükleer silah üretme gayretinde olduğunu ifade eden bir raporu kaleme almamıştır. İran hem İmam Humeyni’nin hem de Ali Hamaney’in rehberlikleri döneminde, “nükleer silahların üretiminin ve kullanımının İslam dinine göre haram olduğunu” ilan eden (bağlayıcı) fetvalar yayımlamıştır. Zaten, bugüne dek, uluslararası silah denetçilerinin nükleer santrallerini ve araştırma merkezlerini yakın gözetim ve denetim altında tuttuğu hiçbir devlet, aynı anda gizlice nükleer silah üretmiş/üretebilmiş değildir. Bütün bu gerçekler, İran’a yönelik kuşkunun ve uluslararası baskının haksızlığını ve yersizliğini ortaya koymaktadır.
İran’a yönelik bitmek tükenmek bilmeyen bu husumetin asıl kaynağı, belki de İran’ın temsil ettiği ‘şey’de aranmalıdır. Peki, nedir o ‘şey’? İran’a ilişkin kararların yalnızca ve yalnızca Tahran’da alınması, onurlu ve aktif bir dış politika, İslam birliği gayesinin tutarlı bir şekilde gözetilmesi, hegemonik güçlerin tasallutuna karşı direniş, mazlum milletlerle dayanışma, Ortadoğu’daki direnç odaklarına verilen destek, bilim ve teknoloji üretme iradesi ve yeteneği, güçlü bir aidiyet duygusuyla perçinlenmiş bir ‘millet’ olma vasfının belirginliği. Bundan ötesi, koparılan bunca fırtına, galiba laf ü güzaf!
Dünya bugün, ne yazık ki, hak, hukuk ve adaletin sükut ettiği bir tarihsel dönemeçte bilinmez bir geleceğe doğru gidiyor. Çok ‘ilginç’ zamanlarda yaşıyoruz, çook!
Paylaş
Tavsiye Et