Münir Nurettin Selçuk
Yapım: Coşkun Plak, 1991
Münir Nureddin Selçuk, Türk musikisinin bugün yaşamasında çok önemli bir rol üstlenmiş ve yüzyılların birikimini, taşların yerinden oynadığı bir devrin kültürel zeminine taşıyarak gününün şartlarına uygun bir şekilde yeniden tesis etmiştir. 1899’da dünyaya gelen hanende ve bestekâr sanatkârımız, ilk musiki tahsilini amatör bir musikişinas olan babası Mehmed Avni Nureddin Bey’den gördü. Henüz 16 yaşında bir gençken, Kadıköy’deki Şamil Paşa Konağı’nda hocası Edhem Nuri Bey’den kırk kadar fasıl meşk etti. Babasının konağında tertip olunan ve devrin önemli musiki ustalarının iştirak ettiği musiki meclislerinden de feyz aldı. Rauf Yekta Bey vasıtasıyla Zekâizade Ahmed Irsoy’dan 4 yıl boyunca ders aldı. Klasik Türk Müziği icrasının inceliklerini Bestenigâr Ziya Bey’den öğrendi. Dârülelhan’da geçirdiği yıllar boyunca döneminde yaşayan meşhur müzisyenlerin hemen hepsinden istifade etme fırsatı buldu ve musikideki bilgi ve görgüsünü arttırdı. 1923’te mülâzım rütbesiyle Muzika-yı Humayun’a intisap etti. Cumhuriyet’in ilânından sonra aynı rütbe ile (sonradan sivil olarak ‘hânende’ sıfatıyla) Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti kadrosunda yer aldı. 1926’da buradaki görevinden istifa edip musiki hayatını İstanbul’da serbest şekilde sürdürdü.
Sahibinin Sesi firmasıyla anlaşarak başladığı plak çalışmalarında 400 kadar plağa şarkıdan türküye, gazelden en mutantan klasik eserlere ve çoksesli Türk musikisi denemelerine kadar 800 civarında eser okuyan Selçuk, bu şirket hesabına 1927 yılında gittiği Paris Konservatuvarı’nda devrin önde gelen müzisyen hocalarından bir yıl süreyle şan, solfej ve piyano dersleri aldı. Selçuk, kendisinden önceki birikimi aktarmakla yetinen bir köprü olmanın ötesine geçerek o muhteşem birikimi, içinde bulunduğu zaman ve zeminin şartları doğrultusunda geliştirmeyi de başardı ve Türk musikisi tarihinde ilk defa bir ses sanatkârı olarak tek başına, frak giymiş biçimde, ayakta ve konser disiplini düzeninde musiki icrasını başlattı. Koro eşliğinde solo icra da sanatkârın müziğimize getirdiği birçok yenilikten sadece biridir. Sanatkârı nevi şahsına münhasır kılan en büyük hususiyeti ise, Türk musikisindeki eski okuyuş üslûbuyla yeni bir anlayışı, fevkalâde hacimli sesinde birleştirerek soylu bir icra tekniği geliştirmiş olmasıdır. Selçuk 1920’de başladığı bestekârlık hayatında, çeşitli formlardan 150’den fazla halk arasında revaç bulmuş esere imza attı. Çok yönlü bir sanatkâr olan Münir Nureddin, ayrıca Muhsin Ertuğrul’un yönettiği Allah’ın Cenneti (1939) ve Kahveci Güzeli (1941) gibi çeşitli filmlerde de rol almıştır.
Münir Nureddin sadece Türkiye’de değil, Osmanlı coğrafyası içerisinde yer alan Arap dünyasındaki konserleriyle de dünyaca tanınan bir sanatkârdı. 1950’li yıllarda Refik Fersan, Fahire Fersan, Cevdet Çağla, Vecihe Daryal, Mefharet Yıldırım gibi çok değerli sazende ve hanendeler eşliğinde Bağdat’ta verdiği konserler yakın alâka görmüştür. Selçuk, Kahire ve Beyrut’ta da çeşitli vesilelerle bulunmuş ve bilhassa Kahire’deki uzun süreli seyahatlerinde unutulmaz konserler vermiştir. Nisan 1981’de aramızdan ayrılan bu misyon sahibi değerli sanatkârımızı rahmet ve minnetle yad ediyoruz. / Cihat Arınç
Tavsiye Et
Erkan Oğur - Baki Duyarlar - Erdal Akyol - Dick de Graaf - Ruben van Rompaey - Joost Kroon
Dünya müziği adı altında üretilen ‘melez’ müzikler kategorisinde yer alan güzel ve kaliteli bir örnek The Istanbul Connection. Sahi, siz daha evvel hiç Dede Efendi’nin Saba Mevlevî Ayini’nden bir parça olan Acemaşiran Son Yürük Semai’yi bir saksafon eşliğinde caz düzenlemesiyle dinlemiş miydiniz? Peki ya “Salâtullah selâmullah, aleyke yâ Resûlâllah” nakaratıyla devam eden Saba Nefes’i? İlk duyuşta tüylerinizin diken diken olduğunu tahmin etmem zor değil. Herhâlde bana da birisi böyle bir şeyden bahsetse, ben de aynı hissiyatla irkilirdim. Fakat bu albümü dinleyince şunu bir kere daha anladım ki, bu türlü yeni denemeler usta müzisyenlerin elinden çıkınca, aynı eserlerden farklı tatlar devşirmek için güzel vesileler sunuyor dinleyicisine. The Istanbul Connection tek kelimeyle çok başarılı bir albüm.../ Cihat Arınç
Tavsiye Et
Fethiye Erbay - Mutlu Erbay
İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2006
Son birkaç yıldır Türkiye’de sanat meselelerine ilginin yükselişi konuyla alakalı yayınlara da yansıdı. Cumhuriyet Dönemi (1923-1938) Atatürk’ün Sanat Politikası da bu alanda yazılmış son eserlerden biri. Üç bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde genel bir girişin ardından kültür ve sanat kavramları tanımlanıyor, sanatsal yapılanmanın kültürel ortamdaki rolü üzerinde duruluyor ve Cumhuriyet öncesi dönemdeki sanat ortamı resim, heykel, mimarlık, edebiyat, müzik, tiyatro, bale, opera, fotoğraf ve sinema sanatları üzerinden inceleniyor, ayrıca müzecilik ve arkeolojik kazı faaliyetleri üzerinde duruluyor. İkinci bölümde ise Cumhuriyet’in ilânından sonraki dönemde bizatihi Atatürk’ün kültür ve sanat ortamının değişimindeki rolü ve Cumhuriyet sonrası güzel sanatlar alanındaki değişim politikasının etkileri tahlil ediliyor. Son bölümde ise Atatürk’ün sanat politikasının demokratik yapılanmadaki rolü ele alınıyor.
Kitabın temel tezleri, sadece belli bir söylemin temsilcisi sayılan eserlerden besleniyor. Bu sebeple de karşılaştırmalı bir okuma yapmaya imkân tanımıyor. Ne yazık ki birçok önerme “Osmanlı devrinde halk saraydaki sanatı fazla bilmez, bildiği kadarını da fazla sevmezdi. Bunun yerine halk, kendi sanatı ve müziğiyle ilgilenirdi.” (s. 188) cinsinden kurusıkı iddialar ve klişelerle dolu. Erbay-Erbay’ın iddiasına göre, Cumhuriyet döneminde uygulanan müzik politikaları sayesinde sarayın halktan kopuk kültürel yapısı bertaraf edilmiş ve gerçek manada bir halk-sanatçı-devlet işbirliği sağlanmıştır! İçe kapanma reddedilmiş ve evrensel gelişmeler takip edilerek sentez oluşturulmuştur! Bu ikinci önermede ‘evrensel’den murat gayet tabii ki Batı’dır; ‘sentez’den maksat ise, kadim birikimin kökünü kazıyıp baskı ve yasaklarla ortadan kaldırmaya, yerine zorla Batılı kültürü ikame etmeye uğraşmaktır. Ayrıca halk-sanatçı-devlet işbirliğinin nasıl sağlandığı da merak konusudur. Mademki halk “saray müziği” diye yaftalanan klasik musikimizi tanımamakta ve sevmemektedir, o hâlde resmî ideolojiye rağmen kendi eliyle “musiki cemiyetleri”ni kuranlar Mars’tan mı gelmiştir?
Ayrıca bugün bir Güneydoğu Anadolu yöresi, meselâ bir Antep çevresi dikkatle incelenirse, burada çok eski dönemden beri Türk musikisini yakından takip eden bir oluşumun varlığı görülecektir. Yine Osmanlı şiirini “anlaşılmaz saray dili” diye yaftalayanlar da, özbeöz halk çocuğu olan Urfalı Nâbi’nin Divan’ının dilini iyi incelemelidir. Velhasıl, bilindik resmî ideoloji temelli tezlerin ötesine geçmeyen, tek yanlı bir malzeme sunan ve bazen üslûbun akademi ile slogan arasında gidip geldiği görülen bir kitap... Yine de değerli... Bir dönemi eksik ve yer yer çarpıtılmış bir şekilde de olsa incelediği için.../ Cihat Arınç
Tavsiye Et