İSRAİL’İN kaçırılan iki askerini bahane ederek Lübnan’a ve Hizbullah güçlerine yönelik 12 Temmuz’da başlattığı saldırılar, 14 Ağustos’ta ilan edilen ateşkesle şimdilik durmuş görünüyor. İsrail, kendi sınırına doğru çekilmeye başladı. İsrail’in bombardımanları nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan Lübnanlılar geri dönüyorlar. Ülkenin ciddi zarar gören alt yapısı yeniden imar ediliyor. Kriz ise, bölgeye gönderilmesi planlanan Barış Gücü etrafındaki tartışmalarla devam ediyor.
Yaklaşık bir ay süren bu çatışmaların bilançosu epeyce ağır. Lübnan’ın verdiği 1200 civarında can kaybının yarısına yakınını bebeklerin ve çocukların, tamamına yakınını ise sivillerin oluşturması, İsrail’in savaş suçları kapsamına girecek icraatlarının boyutlarını gösteriyor. Sığınaklarda uykuda iken kendilerini bulan İsrail’in füzeleriyle hayatlarını kaybeden onlarca çocuğun ölü bedenlerinin fotoğrafları bu sınır tanımaz kinin ve yıkıcılığın bir delili olarak hafızalarımızda. Yüzlerce, binlerce aile bombardımanlardan kaçarak ülkelerinin başka şehirlerine ya da komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı. İsrail bombardımanları neticesinde ülkenin alt yapısında gerçekleşen ciddi tahribatın faturası da milyarlarca dolar tutuyor. İsrail tarafında ise, resmî rakamlara göre 100 –gayri resmî rakamlara göre ise 500– civarında insan kaybı var. Bu sayının tamamına yakını askerlerden oluşuyor. (Anlaşıldığı kadarıyla, Hizbullah askerler ile siviller arasında, İsrail’in aksine, bir ayırım yapmaya özen göstermiş.) Hizbullah ayrıca, çok sayıda tank ve helikopter kaybı verdirmiş İsrail’e.
İsrail’in Sarsılan İmajı
Hizbullah’ın Güney Lübnan’da yaptığı direniş, elbette birçok açıdan önemli sonuçlar doğurdu. Her şeyden önce, 1967 savaşından beri İsrail’in dünya kamuoyundaki yenilmezlik imajı Hizbullah tarafından yerle bir edildi. Hizbullah’ın verdirdiği gerek asker, gerekse de tank, helikopter gibi teçhizat kayıpları İsrail’in kara harekâtını başarısızlığa uğrattı. İsrail ve kararlı destekçisi ABD, Hizbullah’ın yok edilmesiyle gerçekleştirmeyi düşündükleri askerî ve siyasî amaçlarından şimdilik de olsa vazgeçmek zorunda kaldılar. Bunların ötesinde Hizbullah, Hayfa’ya kadar ulaşabilen ve gittikçe de artırdığı menzillere sahip füzeleriyle İsrail’i ciddi bir güvensizlik psikolojisinin içine soktu. İlaveten, hem kaçırılan askerlerinin izini bulamamaları hem de özellikle kara harekâtında kendilerini bekleyen askerî tehlikeler konusunda bir bilgi edinemeyişleri istihbaratçılık konusundaki ünlerine gölge düşürdü. İnsanlık dışı ve aslında savaş suçu sayılması gereken icraatlarının dünya halkları nezdinde mahkûm edilmesi ise, yarım yüzyılı aşkın bir süredir oynadığı mağdur ve mazlum rolünün artık inandırıcılığını kaybetmeye başladığının izlerini taşıyor. Devlet idarecilerinin farklı tavırlar sergilemiş olmaları, halkların söz konusu tepkilerini geçersiz kılmıyor. Bu anlamda gerek Batılı, gerekse de Müslüman ülkelerde (örneğin Hizbullah aleyhinde fetvalar yayınlayan Suudi Arabistan’da halkın Hizbullah bayrakları ve posterleriyle yürümesi), hatta İsrail içerisinde yükselen tepkiler önemlidir ve her yönüyle dikkate alınmalıdır.
Dahası, İsrail’in devre dışı bırakmak için Güney Lübnan’a girdiği Hizbullah’ın askerî gücü yok edilemediği gibi, göstermiş olduğu başarılı direniş dolayısıyla da Hizbullah’ın özelde Lübnan, geneldeyse dünya nezdinde saygınlığı ve meşruiyeti arttı. Artık Hizbullah, Lübnan’da çok daha geniş bir toplumsal kesim tarafından kabul görüyor ve sahipleniliyor.
Bu anlamda ateşkes, aslında İsrail ve ABD için bir nefeslenme imkânı sağladı. Fakat bu nefeslenme sonrasında nasıl bir tavır içerisine gireceklerini şimdiden söylemek mümkün değil. Yeniden Hizbullah üzerine gitmeyi mi tercih edecekler yoksa diplomatik yollardan Hizbullah’ın gücünü sınırlandırmayı mı düşünecekler ya da bu cepheyi kapatıp İran’la olan hesaplarını görmek için bambaşka yolları ve araçları mı devreye sokacaklar? Bu soruların cevaplarını gelecek günler verecek.
Medyanın İsrail Savunusuna Karşı Halkın Vicdanı
İsrail’in insanî ya da hukukî hiçbir sınırı tanımaksızın hunharca gerçekleştirdiği katliamlar, medyanın makul göstermesine yönelik tüm çabalara karşın, Türk kamuoyunda hiçbir kabul görmedi. Hatta medya, İsrail’i makyajlama çabalarını geçici bir süre için dahi olsa bırakmak zorunda kaldı. Türk halkı meydanlara dökülerek bu katliamları protesto etti. Statlarda “Katil İsrail, Ortadoğu’dan Defol!” pankartları açıldı ve “Kahrolsun İsrail!” sloganları atıldı. Bu; ülkemizde –duygusal olmakla birlikte– insanî bir şeylerin varlığını hâlâ sürdürdüğünün, daha da önemlisi Lübnan’da hunharca katledilenleri kendi varlıklarının bir parçası olarak gören bir iradenin mevcudiyetinin işareti olarak alınmalıdır.
Ateşkesin ilanı sonrasında ise, Türkiye’nin İsrail karşıtı kamptan uzaklaşmasını sağlamaya dönük olduğu düşünülebilecek iki önemli haber medyaya yansıtıldı. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın Beyrut’taki İran Büyükçeliği’nde saklandığına ilişkin bilgilerin MİT tarafından MOSSAD’a verildiği ve iki adet İran uçağının Türk hava sahasında iken indirilip Hizbullah’a füze götürüp götürmediğini anlamak için arandığına ilişkin haberlerin bazı gazetelerimizde yayınlanması da doğrudan bu amaçla alakalı olsa gerektir. Çatışmalar süresince cesaret edilemeyen II. Dünya Savaşı’nda mağdur edilmiş Yahudi imajını sunan filmlerin ya da Hizbullah’ı kötülemeye yönelik –“Hizbullah’ın füzeleri sivilleri de vuruyor!” vb. gibi– haberlerin TV ekranlarında arz-ı endam etmesi de bu kampanyanın bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Bütün bunlar, elbette, ateşkes sonrasında tartışılan Güney Lübnan’da konuşlandırılması düşünülen Barış Gücü’ne asker gönderip göndermeyeceğimiz konusuyla da irtibatlıdır.
Barış Gücü ve Türkiye’nin Konumu
Aslında Lübnan’a asker gönderelim ya da göndermeyelim demek tek başına bir anlam ifade etmiyor. Öncelikle tartışılması gereken husus, Barış Gücü’nün misyonu, görev kapsamı ve yetkisi olmalıdır. Barış Gücü, Lübnan’a hangi amaçla konuşlandırılacak ve bu amacı gerçekleştirmek için hangi araçlara ve yetkilere sahip olacak?
Tartışmalar barış gücünün Hizbullah’ın silahsızlandırılması gibi bir görevi kesinlikle benimsemiş olarak bölgeye gideceği ön kabulünden hareketle devam ettiriliyor. Bu önyargı, Hizbullah’ın bir terör örgütü ve dünya barışının, komşularının huzuru ve istikrarı için bir tehdit unsuru olduğu şeklindeki bir diğer yanlış önyargıyı da içeriyor. Oysa bu, yalnızca İsrail ve ABD’nin kanaatidir ve onlar da, gerçekte bu savaşın –hem de Hizbullah’a yönelttikleri suçlamaları gerçekte birebir hak eden– tarafıdır. ABD’nin dünya siyasetindeki belirleyici konumunun elbette farkındayız, ama bu, onun yargılarının ve çıkarlarının tüm dünyanın da doğruları ve çıkarları olarak kabul edilmesini zorunlu kılmıyor.
Eğer Ortadoğu’da kapsamlı ve kalıcı bir istikrar sağlanmak isteniyorsa, öncelikle ortadaki durumun tespit edilmesi gerekiyor. Tartışılmaz gerçek şu: ABD’nin teşvik ve görevlendirmeleriyle –inançlarından kaynaklanan bağımsız hedefleri de bulunan– İsrail Lübnan’ı işgal girişiminde bulundu. Tüm Lübnan tarafından meşruiyeti kabullenilmiş olan ve vatanını savunan Hizbullah’ın kararlı direnişi karşısında da –gerçekleştirdiği onca yıkıma ve katliama karşın– hezimete uğrayarak ve hedeflediklerinin hiç birini elde edememiş olarak geri çekilmek zorunda kaldı. Dolayısıyla burada bir terör örgütünün bulunduğu iddiası bütünüyle boş bir iddiadır. Hizbullah ne sivillere yönelik bir saldırı içerisinde olmuştur ne de bölge ülkelerine bir tehdit teşkil etmektedir. Kendi ülkesine yönelmiş bir saldırgana haddini bildirmekten öte bir şey yapmamıştır. ABD tarafından “kendini savunma hakkı” tanınan İsrail’in yaptıkları ise ortadadır: Elindeki tüm silah gücünü kundaktaki bebekleri katletmek için kullandı. Sahip bulundukları iletişim imkânları, bütün göz boyama taktiklerine karşın bu gerçeği değiştiremedi, değiştiremeyecektir de. Öyleyse böyle bir ortamda barış gücünün yapması gereken, İsrail’in Lübnan’a yeniden yönelecek saldırılarını engellemek ve ülkenin yeniden inşası ve Lübnanlıların ihtiyaçlarının karşılanması vb. gibi insanî amaçlı işlerdir.
Barış Gücü’nün Görev Tanımı Ne?
Barış Gücü’nün Hizbullah’ı silahsızlandırmak gibi bir amaç gütmesi ise; her fırsatta bölgenin istikrarını tehdit eden ve sürekli savaş suçu işleyen İsrail’e, silahla yapamadığını masada yapma fırsatı tanımak anlamına gelir. Böyle bir girişim, daha baştan uygulanma şansı olmayan bir girişim olarak kalmaya mahkûmdur. İkinci olarak, böyle bir girişim aynı zamanda İsrail’in ve ABD’nin bölgede hayata geçirmeyi düşündükleri Yeni Ortadoğu’nun oluşması için gerçekleştirilecek yıkımlara ortak olmak anlamına gelecektir. Bu ise, hiçbir şekilde hazırlıklı olmadığımız yeni ve daha büyük bir kaosun kapımızı çalmasına davetiye çıkarmaktır. Dolayısıyla yapılması gereken ilk iş, bölgeye konuşlandırılacak gücün görev tanımının hiçbir boşluğa ve şüpheye izin vermeyecek şekilde belirlenmesini sağlamaktır. Ancak bu noktalar belirginleştikten sonra, bu girişimlere katılıp katılmayacağımız ya da nasıl katılacağımız tartışılabilir.
Türkiye, AK Parti hükümeti döneminde özellikle dış politikada önemli adımlar attı. Takip edilen politikalar neticesinde Türkiye, bölgede atılacak adımlarda dikkate alınması gereken bir ülke oldu. Dahası, bölge ülkeleri nezdinde yüksek itibar kazandı. Türkiye’nin hem Lübnan hükümeti hem de AB, ABD ve İsrail tarafından Barış Gücü’ne davet edilmesi de bu saygınlığından kaynaklanıyor. Eğer Türkiye böylesi bir teveccüh görüyorsa bu durum 1 Mart tezkeresinin kabul edilmemesinden kaynaklanıyor. Bir kısım çokbilmiş gazeteci, stratejist ya da siyasetçinin aksi yöndeki tüm iddialarına ve eleştirilerine karşın gerçek budur. Kaldı ki, ABD’nin ve İsrail’in bölgede gerçekleştirdiği yıkımların ve çoluk çocuk ayırt etmeden yaptığı katliamların suç ortağı olmamaktan ve belki de daha çoklarının katledilmesinin engellenmesine hizmet etmekten duyacağımız vicdanî huzurun yanında bu eleştirilerin hiçbir ehemmiyeti de olmamalıdır.
Küresel İrtica, Küresel Laikçilik!
İran’ın, başörtüleriyle okumak istedikleri için kendi ülkelerinin üniversitelerinde okuyamayan öğrencileri ülkesine davet ederek burs verme vaadinde bulunmasına ilişkin haberi değerlendiren bir TV kanalının, konuyla ilgili görüş almak istediği YÖK eski başkanı Kemal Gürüz’ün açıklamaları, hemen her konunun acil gündemle alakalandırılabileceğinin güzel bir örneğini sergiliyor. Sayın Gürüz, konuşmasında, İran’ı ve Hizbullah’ı “emperyalist emeller” gütmekle suçladı. Bu yaşananları da, Türkiye’nin “anti-Amerika ve anti-İsrail” kampta yer almasının ve 1 Mart tezkeresinin kabul edilmemesinin ülkeyi nerelere götürdüğünün ve götüreceğinin bir işareti olarak değerlendirdi. Kendi dönemlerinde yapmış oldukları icraatların “laiklik ve cumhuriyetçilik”ten hareketle gerçekleştirildiğinin altını çizdi.
Aslında Sayın Gürüz’ün söylediklerinin, sıcak gündemle kurulmaya gayret edilen ilişki dışında mantıklı bir yanının olmadığı ve dolayısıyla da gündem yapmaya değmediği düşünülebilir. Fakat yine de, Sayın Gürüz’ün –ve benzerlerinin– zihninin nasıl çalıştığını anlamak açısından bu konuşmada öne çıkan iki husus üzerinde durmak gerekiyor: Birincisi, İran’ı ve Hizbullah’ı ‘emperyalist’ olmakla suçlayan Gürüz, emperyalizme yeni ve farklı anlamlar yüklüyor olsa gerek. Zira hangi siyaset bilimciye ya da uluslararası ilişkiler uzmanına sorulursa sorulsun, emperyalist devlet tanımına en uygun devlet olarak ABD’yi gösterecektir. İkincisi; sürekli laiklik ve cumhuriyetçilik vurguları yapan Kemal Gürüz’ün dünyamızın şeriatla yönetilen nadir devletlerinden biri olan ve dinî kaygıları emperyalist yayılma arzusunu da kamçılayan İsrail’le aynı kampta yer almamız gerektiğini savunmasının doğurduğu çelişkidir. Hem emperyalizm ve dindarlık/dincilik eleştirisi yapacaksınız hem de bu iki özelliği bir arada bulunduran yegâne devletin yanında yer almanın erdemlerinden söz edeceksiniz! Sayın Gürüz bu konuşmalarıyla, insanların zihninde, bugüne kadar laiklikten hareketle gerçekleştirdiğini iddia ettiği icraatlarının laiklikten değil de, bir başka ülkenin dinî anlayışlarından mı kaynaklandığı konusunda şüpheler uyandırdığının farkında değil mi?
Paylaş
Tavsiye Et