SERMAYE birikimi ve kapitalist ilişki biçimlerinin merkantilizm, sömürgecilik ve sanayi devrimi gibi global süreçler bağlamında en az 16’ncı yüzyıldan bu yana güçlenerek devam edegeldiği, Braudel ve Wallerstein gibi iktisat tarihçilerince sıkça vurgulanan bir olgu. Temel mantığı, iç dinamikleri ve vazgeçilmez uluslararası boyutuyla kapitalizmin yayılmacı niteliği genel kabul görüyor. Fakat günümüzde yoğunlaşan globalleşme tartışmalarının temelinde; tam anlamı ile entegre olmuş, uluslararası üretim-ticaret-finans sistemlerini bir örümcek ağı gibi iç içe örmüş gerçek anlamda bir “Dünya Ekonomisi”nin ancak 20’nci yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıktığı fikri yatıyor. Bilişim, iletişim ve ulaşım teknolojilerini derinden etkileyen gelişmeleri ifade etmek için kullanılan ve “bilgi devrimi”, “üçüncü sanayi devrimi”, ya da “sanayi-sonrası dönem” gibi tanımlamalara kaynaklık eden akademik bir paradigma mevcut. Buna karşılık artan bir hızla popülerleşen “global köy”, “mesafenin ölümü”, “coğrafyanın sonu” gibi tanımlamalar esas itibarıyla kendi dili, kavramları ve bakış açısı olan ve ideolojik, hatta mistik özellikler taşıyan bir globalleşme yaklaşımının yansımaları.
Tarihsel olarak bu yaklaşımın ortaya çıkışı, Bretton Woods Konferansı ile İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası ekonomik düzenin yönetimi için kurulan ve İMF, Dünya Bankası ve GATT mekanizmaları ile desteklenen sabit kurlara dayalı sistemin orijinal versiyonunun, uluslararası petrol krizleri ve ABD’nin önlenemez bütçe açıkları sonrasında çökmesine tekabül eder. Savaş sonrası Avrupa ekonomilerinin istikrarlı bir ortamda yeniden yapılandırılabilmeleri amacıyla kısa süreli finans akışları uzunca bir süre kontrol altında tutuldu. Daha sonra kademeli olarak serbestleştirilen finans hareketleri ve liberalleşme girişimlerinin hem gelişmiş, hem de gelişmekte olan ülkeleri kapsayacak şekilde yaygınlaşması ise global sermayenin operasyonlarını kolaylaştırdı. Çokuluslu şirketlerin dünya üretimi ve ticareti içindeki nispi payları bu sayede büyük ölçüde arttı.
Küreselleşme, uluslararası ekonomi-politik mimari içinde önemli değişimlere neden oldu. Uluslararası kurumların gözetiminde ulus-devletlerin ekonomik stratejilerinin giderek piyasa disiplinine tâbi kılınması, devletin piyasa aktörlerine ve uluslararası rekabete dair görevlerinin yeniden tanımlanmasını zorunlu kıldı. Küresel ekonomik entegrasyon iki temel noktada şekillendi. Birincisi, ulus-devletler ve piyasa güçlerinin yeni trendlerin kontrolünü ne ölçüde ellerinde bulundurdukları meselesi. Diğeri ise, 1970’ler sonrasındaki yeni rekabet ortamında, özellikle Gelişmekte Olan Ülkeler’in (GOÜ) rekabeti artırıcı ekonomi politikalarına uluslararası ekonomik sistemin güç merkezleri ve sermaye odaklarının ne ölçüde izin verebileceğidir. Küreselleşmenin uluslararası düzenin temel dinamikleri açısından ortaya çıkardığı değişimler ve kendisine biçilen neoliberal ‘piyasa destekleyici’ rol çerçevesinde, ulus-devletin ekonomi politikası ve uluslararası rekabete etkisi bağlamında üç genel pozisyondan bahsetmek mümkündür:
ABD ve İngiltere yönetimi başta olmak üzere, uluslararası ekonomik kuruluşlar, çokuluslu şirketler ve Anglo-Saxon akademik camia; 1980’lerin başındaki uluslararası borç krizinden sonra global bir ortodoksi haline gelen neoliberal ya da “yeni-sağ” yaklaşımın son derece radikal, hatta “piyasa-ideolojik” bir versiyonunu savunuyorlar. Hakim teması ekonomik aktivitenin liberalleştirilmesi ve deregülasyonu olan bu yaklaşım, devletin ekonomik rolü açısından gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında kategorik bir ayrım olmadığı varsayımına dayanıyor. Ricardo’nun “mukayeseli avantaj” teoremini takip ederek klasik ekonomik liberalizmi canlandırmaya çalışan bu yaklaşım, uluslararası ekonomik düzende ülkeler ve toplumlar arasında doğal bir işbölümünün zaten kendiliğinden oluştuğunu ve devlet mekanizmalarının bu “doğal” düzeni değiştirme çabalarının umulduğu gibi fayda değil, piyasa dengelerinin bozulması sureti ile ancak zarar getireceğini savunuyorlar. Sonuç olarak temel iddia, uluslararası üretim, ticaret ve özellikle de finans alanında yaşanan baş döndürücü gelişmelerin ulus-devletin ekonomik egemenliğini tamamen erittiği ve kapitalizmin globalleşmesine paralel olarak ulus-devletin ekonomik fonksiyonunu bütünüyle yitirdiği doğrultusunda. Ve yine bu anlamda piyasa disiplinini öne çıkaran ekonomi politikalarının İMF, Dünya Bankası ve son dönemde Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) tarafından evrensel bir biçimde tüm devletlere dayatılmasının, yerel ve bölgesel sosyo-politik farklılıkları ve bunların yansımaları olarak ortaya çıkabilecek alternatif rekabet stratejilerini anlamsız hale getirdiği savunuluyor.
“Hiperglobalist” olarak adlandırabileceğimiz bu dominant yaklaşıma karşı çok çeşitli tepkiler veriliyor. Klasik ya da neo-Marxist ve sosyalist anti-globalleşme söylemleri bir tarafa, ampirik olarak ayakları yere basan yaklaşımlar genelde “hiperglobalist” söylemin, dünya ekonomisindeki entegrasyonun gerçek seviyesini olduğunun üzerinde gösterdiğini ve yaşanan değişimlerin abartıldığı kadar radikal olmadığını vurguluyor. Bu tarz bir yaklaşımı takip eden analistlere göre, neoliberal perspektifle yoğrulan küreselleşme tezinin ampirik temeli yok; yaşanan gelişmeler sömürgecilik döneminden bu yana devam eden “uluslararasılaşma” sürecinin hızlanmasından ibaret ve ulus-devletin ekonomik rolü azalmıyor; aksine artıyor. Şüpheci (Skeptik) yorumcular genellikle dünya ekonomisinin tam anlamıyla küresel bir yapıya kavuşmaktan çok uzak olduğunu ve büyük çaplı sermaye hareketleri ile doğrudan dış yatırımların; halen “triad” diye tabir edilen Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya merkezli Doğu Asya üçgeninde cereyan ettiğini vurguluyor. Aynı şekilde bölgesel entegrasyon girişimlerinin, ulus-devletlerin savunma mekanizmalarını güçlendirdiği ifade ediliyor.
Bu iki uç pozisyonun arasında küreselleşme kavramını ideolojik ya da mistik bir zırh içine bürümeyen son bir yaklaşımdan daha söz edilebilir: “Transformasyonalist yaklaşım”. Uluslararası rekabeti etkileyen yeni global realiteler ile nispeten daha uyumlu bir portre çizen bu yaklaşım ekonomik aktivitenin giderek coğrafyadan bağımsızlaştığını ve yeni bir küresel işbölümünün ortaya çıktığını kabul etmekle birlikte, ulus-devletin ekonomik rolünün mutlak olarak azalmadığının; ancak ulusal güç, otorite ve egemenlik tanımlamalarının yeniden yapılmak zorunda olduğunun altını çiziyor.
Bizim de büyük ölçüde desteklediğimiz bu yaklaşım, küreselleşme güçlerinin zorlayıcı etkisiyle uluslararası rekabetin şeklinin ve araçlarının değiştiği; ancak kapsam ve şiddetinin daha da arttığı görüşüne vurgu yapıyor. Bu anlamda, İkinci Dünya Savaşı sonrasında “kökleşmiş liberal uzlaşı” kapsamında özellikle Avrupa’da hayata geçirilen makroekonomik müdahalecilik, kalkınmacılık, ticarette korumacılık ve kapsamlı refah devleti uygulamaları yeni dönemin rasyonalitesi içinde mümkün değil. Bunların yerine daha kısıtlı ve geçici mikroekonomik müdahaleler, makroekonomik istikrarı gözeten dengeli ekonomik kalkınma, AR-GE faaliyetlerinin desteklenmesi, girişimciliğin özendirilmesi ve hızla değişen piyasa taleplerine adaptasyon kanallarının kurulmasının vurgulandığı görülüyor.
Örneğin, gittikçe popülerleşen “Rekabet Devleti” kavramı, yeni dönemde ulus-devletlerin aslî görevlerinin ulusal ekonomilerini global planda maksimum rekabet gücüne ulaştırmak olduğu tezine dayanıyor. Bu bağlamda klasik “mukayaseli avantaj” konseptinin “rekabet avantajı” ile yer değiştirdiği ve devlet-devlet, devlet-şirket ve şirket-şirket ilişkilerini içeren bir “üçlü diplomasi” sürecinin geleneksel devletlerarası diplomasinin yerini aldığı savunuluyor. Elbette ki, GOÜ’lerin sosyal şartları göz önüne alındığında, özel sektör ile işbirliği içinde global piyasalarda rekabet gücüne sahip olacak dev şirketlere önayak olmak devletin en önemli ekonomik hedefi olarak görülemez. Çünkü, GOÜ’lerin hem yeni küresel işbölümü içindeki yerlerini iyileştirip pazar paylarını artırmak, hem de ortalama yaşam standartları göreceli olarak düşük olan toplumlarının sosyo-ekonomik durumlarını iyileştirmek gibi iki önemli görevi aynı anda gerçekleştirmesi bekleniyor.
Sonuç olarak, ulusal alandaki acil sosyal problemlerin çözümü ile uluslararası rekabet gücünü destekleyecek uzun dönemli stratejik hedefler arasında dengeli bir eşgüdüm oluşturulması GOÜ’lerin ana problematiğini oluşturuyor. Bu noktada, geçmişte olduğu gibi bugün de uzun perspektifli siyasi kararlılık ve kurumsal dirayet gösterebilen; aynı zamanda özel sektör ve sivil toplumu ile üretken bir sinerji oluşturabilen devletler, ilk bakışta benzer görünen makro ve mikroekonomik politikaları uygulamakta daha başarılı olacaklardır.
Paylaş
Tavsiye Et