11 EYLÜL 2001 ve 11 Eylül 1973 tarihleri arasında ilginç bir ilişki var. Bunlardan ilkini hepimiz biliyoruz. Ancak tarihte artık unutulmaya yüz tutmuş bir başka 11 Eylül daha var; Şili’de demokratik bir seçimle işbaşına gelen Salvador Allende’nin General Augusto Pinochet tarafından devrildiği gün; 11 Eylül 1973. Bu iki irtibatsız olay aslında iki farklı uluslararası siyaset sisteminin ipuçlarını göstermesi bakımından son derece benzer olaylar. 1973 tarihi bir ucunda Amerika’nın diğer ucunda Sovyetler Birliği’nin yer aldığı çift kutuplu uluslararası sistemin en canlı olarak yaşandığı yıllardan biriydi. İki süpergüç kendi denetimlerine aldıkları ve bu konuda aralarında soğuk bir barış halinde oldukları bölgeleri tek başlarına kontrol edebildiler. Bu durumdan kurtulmaya çabalayan ülkelere hiç unutamayacakları dersler verilecekti. Nitekim Moskova’nın 1968 yılının Ağustos ayında Prag’ı işgaliyle, Şili’de general Augustos Pinochet’in bir CIA darbesiyle işbaşına getirilmesi, kontrolden çıkmaya yeltenen ülkelerin başına neler gelebileceğini gösteriyordu. Yine bu minvalden olmak üzere, 1965’te Endonezya’da general Suharto’ya bir darbe yaptırıldı ve 1953’te İran’ın seçimlerle işbaşına gelen başbakanı Musaddık devrildi. Soğuk Savaş’ın çift kutuplu sisteminde iki büyük balık küçükleri yutarken, nükleer silahların da sağladığı barış ortamında birbirleriyle daha az dalaşmak durumundaydılar.
Çift Kutupluluk Yıkılıyor
Ancak realist uluslararası ilişkiler teorisyenlerince son derece istikrarlı kabul edilen bu sistem içinde, süpergüçlerin altından kalkamadıkları bazı girişimleri de oldu. Amerika Vietnam macerasından zor da olsa sıyrılmıştı ama Afganistan’ın işgali Sovyetler Birliği için sonun başlangıcı oldu. Afganlı mücahitler Sovyetler’e öyle bir yara açtılar ki bu yaranın kapanması için yapılan masraflar, Amerika’yla rekabetin getirdiği masraflarla birleşince Sovyet ekonomisini giderek küçülttü. Sovyet yayılmacılığı, ekonomisinin kaldırabileceği sınırın üzerine çıkmıştı ve nihayet Gorbaçov imparatorluğun geri çekilerek küçülmesi fikrini uygulamaya koymaya karar verdi. Ancak evdeki hesaplar çarşıya uymadı ve Sovyetler Birliği küçülmek isterken Batı’nın da gayretiyle tarihe karıştı. İki imparatorluktan birinin bu şekilde yok olması uluslararası sistemi birden bire tek kutuplu, tek süpergüçlü hale getirdi.
Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte Amerika’ya olan ihtiyacın ortadan kalkması orta ve küçük ölçekli devletlerin karşısındaki opsiyonları artıran bir etki yaptı. Batı Avrupalı devletler, özellikle Almanya Amerikan dış politika yörüngesinden çıkmak için uygun bir ortama bu şartlarda kavuştu. Doğu Avrupa hızlı bir şekilde Batı Avrupa’nın yörüngesine girdi ve Rusya sistem içine çekildi. Ancak bu hızlı demokratikleşmenin enerji kaynakları üzerinde bulunan Orta Asya ve Orta Doğu’ya uğramaması için azami gayret gösterildi. Soğuk Savaş döneminden kalma bütün diktatörler dünyanın başka yerlerinde tek tek alaşağı edilirken Müslüman coğrafyada statükonun devamı yönünde büyük çaba harcandı. Ancak giderek küreselleşen bir dünyada, özellikle Orta Doğu gibi merkezi bir bölgeyi, dünyanın başka bölgelerinde yaşanan gelişmelerden ve eğilimlerden uzak tutmak çok fazla mümkün değildi. Amerika’nın kendi içinde yaşadığı özgürlükten Müslümanları mahrum etme ve İslam dünyasındaki küreselleşmeyi McDonaldizasyonla sınırlama girişimi bir yerde duvara toslayacaktı. Orta Doğu’da insanlar küreselleşmenin sağladığı imkanlarla özgür olmadıklarını fark ettiler ve dünya sisteminin nasıl işlediğine dair fikir sahibi olmaya başladılar. Internet kullandılar, seyahat ettiler ve başka insanların nasıl yaşadıklarını gördüler, öğrendiler; öğrendikçe de sisteme olan itirazları arttı.
11 Eylül Nasıl Okunmalı?
11 Eylül 2001 bir açıdan bu statükonun devamına ve İslam coğrafyasının yalıtılmasına karşı verilen insiyaki bir tepkidir. Tepkinin şiddeti ve kavramsal çerçevesi demokratik değildir; ancak tepkinin ortaya çıktığı bağlam Orta Doğu’nun demokratikleşme sürecinden dışlanmasıdır. 11 Eylül 2001 aynı zamanda hiçbir şeyin çift kutuplu düzendeki gibi istikrarlı olmayacağını Amerika’ya göstermesi bakımından da önemli. Amerika’nın bu olaya verdiği tepkinin askeri boyuttan öteye gitmesi, derin bir tefekkür ve kendini sorgulama sürecini başlatması, yönetime hakim olan zihniyetten beklenemezdi. Onlar 11 Eylül olaylarını önceden pişirdikleri planları ısıtarak uygulamaya koymak için bir meşruiyet çerçevesi oluşturmada kullandılar. Irak’a saldırı önceden pişirilmiş bir plandı; planın Amerika’yı nereye götüreceği, daha doğrusu dünya sistemini nereye götüreceği, biraz olsun geniş bir perspektiften bakabilen hemen herkes tarafından sorgulandı. Ancak Amerikan kamuoyu saldırıların neticesinde geçirdiği travma nedeniyle yeni-muhafazakârların hakim olduğu medya tarafından kolayca manipüle edilebildi. Buna karşılık dünya kamuoyu ve bu kamuoyunu yansıtan devletler Irak savaşına itiraz ettiler. Amerika onların itirazlarını ve bu itirazların kilitlediği Birleşmiş Milletler karar mekanizmasını atlayarak, yanına aldığı birkaç devletle oluşturduğu göstermelik bir koalisyonla Irak’ı işgal etti.
Tek Kutuplu Sistemin Test Alanı, Irak
Ancak Irak’ta işlerin planlandığı gibi gitmemesi, giderek sertleşen ve yetenekli hale gelen direnişin aşılamaması Amerika’nın da gücünün bir sınırı olduğunu göstermeye yetti. Tıpkı Sovyet ekonomisinin, yayılmacılığın getirdiği askeri masrafları karşılayamaması gibi, Amerika için de sınıra ulaşıldığı fark ediliyor. Amerika açısından planlı bir şekilde Irak’tan geri çekilmekten başka bir yol bulunmuyor. Asıl sorun, bu geri çekilmenin Amerika’nın iç ve dış prestijine ve yegâne süpergüç imajına nasıl bir etkide bulunacağı. Bush, ‘Irak, Lübnan ve Somali olmayacak’ derken bir imaj zedelenmesinin önüne geçmek istiyordu. Bir konuda haklı; Irak’tan çekilmenin bırakacağı etki Lübnan ve Somali gibi olamaz; zira Irak Amerika’nın ve tek kutuplu dünya sisteminin test alanı haline geldi. Amerika’nın Irak’tan yara almadan kurtulması son derece zor; ama bu yaranın uluslararası sistem ve Orta Doğu üzerinde bırakacağı etkilerin neler olacağını kestirmek daha zor.
Amerikan hariciyesi çift kutuplu sistemin rahatlığına alışmıştı. Sistemde küçük bazı vida gevşeklikleri bir iki müdahaleyle onarıldı. 11 Eylül 1973 kolay ve masrafsız bir operasyondu. CIA’in belki de en masraflı eylemi birkaç milyon dolarla Şili basınını satın almak oldu. Ülkenin en önemli gazetelerinden El Mercurio, CIA tarafından 1.5 milyon dolar karşılığında Allende aleyhindeki propaganda operasyonuna dahil edildi. Nihayet Pinochet halkın baskısına dayanamayıp duruma müdahale ettiğinde yanında bir hayli destekçi bulabildi. 11 Eylül 1973 temiz ve rahat bir operasyondu; ancak eski güzel günlerin bir hatırası olarak kaldı. 11 Eylül 2001 tek kutuplu sistem açısından daha derindeki problemleri, sistemdeki çarkların aşındığını gösteriyor. Venezüella’daki başarısız darbe girişiminin de ortaya koyduğu gibi, 11 Eylül 2001’in dünyasında sistemdeki aksaklıklara sathî operasyonlarla çözüm bulmak mümkün değil. Ayrıca Soğuk Savaş mantığıyla yetişen Amerikan hariciye eliti derindeki problemlerle baş edebilecek yeterli donanıma da sahip değil. Bütün bunları karmaşık hale getiren bir eğilim olarak, küreselleşme süreci enformasyon üzerindeki kontrolün tek merkezden gerçekleştirilmesini sağlıyor. 11 Eylül 2001 insanların ve kültürlerin hapsedilmesinin mümkün olmadığını, güvenliğin ve güvensizliğin evrensel olduğunu gösterdi ve uygulama aşamasında küreselleşmenin bütün imkanları kullanıldı. Bu anlamıyla, yaşanan olaylar yeni bir küreselleşme sisteminin başlangıcı sayılabilir.
Paylaş
Tavsiye Et