HER serbest pazar ortamında olduğu gibi Amerikan siyaset pazarında da her türlü satıcı, mallarını değişik pazarlama usulleriyle politika yapıcılara satmaya çalışır. Medya ve onunla bağlantılı çalışan, sipariş üzere ‘bilgi’ üreten stratejik araştırma kuruluşları, pazarlama stratejilerinin etkin araçlarıdır. Amerika’da her biri ayrı görüşlere ve çıkarlara sahip, farklı etnik ve dinî lobilere yakın onlarca kuruluş var. Bu kuruluşların faaliyetleri arasında, meydana gelmesi muhtemel olaylar karşısında nasıl tepki verileceğini konuşmak ve aslında bu senaryoları gündeme getirerek politika yapımcılarını yönlendirmek de bulunuyor. Özellikle Amerika’daki kuruluşların görevleri sadece kendi ülkeleriyle sınırlı değil; daha da önemlisi başka ülkelerle ilgili son derece profesyonel çalışmalar yürütüyorlar. Keşke bizde de senaryo üretmek dizi filmlerin değil de bağımsız araştırma kuruluşlarının işi olsa. Hudson Enstitüsü Amerika’daki benzerleri arasında sıradan bir kuruluş. İç politikada büyük sermayeye yakın, dış politikada ise İsrail yanlısı, bilhassa İran konusunda savaş taraftarı olarak biliniyor. Enstitü’nün geçen yıl Avrasya masasının başına getirdiği Zeyno Baran, geçmişte daha çok enerji konusuyla ilgilenmiş, Kafkasya petrol ve doğalgaz boru hattı projeleri konusunda çalışmış bir isim. Baran’ın Türkiye ilgisi Hudson’a geçişinden sonra daha da artmış.
Hudson Enstitüsü, Haziran ayında düzenlenen ve gizliliği bilhassa vurgulanan bir toplantıda Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahalesi konusunun masaya yatırılmasıyla gündemimize girdi. Konuşulan ürkütücü senaryoların yanı sıra katılanlar arasında Iraklı Kürt lider Kubad Talabani’nin ve general düzeyinde Türk askerî temsilcilerinin de bulunması nedeniyle toplantı basına sızdığında büyük yankı uyandırdı.
Genelkurmay Başkanlığı tarafından da doğrulandığı üzere gizli toplantıya biri askerî ateşe, diğeri Genelkurmay bünyesindeki bir kuruluş olan Stratejik Araştırmalar ve Etüt Merkezi (SAREM)’nin başkanı olmak üzere iki üst düzey askerî temsilci katılmış. SAREM, yine geçen ay gerçekleştirilen ve hassas askerî konuların konuşulduğu bir toplantıda İsrail yanlısı yeni-muhafazakâr lobinin keskin kalemi, İslamofobik Michael Rubin’i ağırlamıştı. Elbette askerlerimiz geleneksel Türk misafirperverliğini Rubin’den esirgeyecek değillerdi. Ancak Türkiye’nin kendi basın mensuplarına akreditasyon yoluyla ambargo uygulanırken, Amerikalı gazeteci Seymour Hersh’den öğrendiğimiz üzere MOSSAD Kuzey Irak’ta peşmergelere talim yaptırırken ve yeni-muhafazakâr lobi Türkiye’nin AB üyeliğine karşı faaliyet yürütürken, Rubin ve benzerlerine sağlanan bu ayrıcalıkların hikmetini sıradan vatandaşlar olarak anlayamamıştık. Elbette komutanlarımız terör belasının ne anlama geldiğini yakinen bilmektedir. Türk bayrağının gayri nizami asılı olduğu toplantı salonlarını terk etmeleri gibi başka örneklerden de biliyoruz ki onların ulusal refleksleri her zaman güçlü olmuştur. Bu nedenle Hudson’daki gizli toplantıda, askerî temsilcilerin, kendi devletlerinin en üst yargı mensubuna yönelik hayalî bir suikast ve kendi ülkelerinin bir şehrinde gerçekleşen ve elliyi aşkın vatandaşının ölümüne yol açan hayalî bir terör eylemine dair uçuk senaryolar konuşulurken, hepsinden önemlisi “terör örgütünün liderleri Amerika tarafından Türkiye’ye teslim edilirse bu iktidardaki partiyi güçlendirir” tarzındaki abuk sabuk sözlere karşı tepkisiz kaldıklarını düşünmek herhalde akla zarar verir.
Irak’ta görevli Türk subaylarının başına çuval geçirilme hadisesi henüz hafızalardan silinmemişken, bu olayın baş aktörü sayılan Kubad Talabani ile üniformalı temsilcilerimiz Hudson’da olsa olsa ‘tesadüfen’ bir araya gelmişlerdir. Aksi takdirde, bu görüşmeler bu kadar kolay oluyor idiyse, komşu bir ülkenin cumhurbaşkanı olan babasının neden şimdiye kadar Türkiye’ye davet edilmediği sorusuna cevap bulamayız. Ayrıca bunun aksini düşünmek, güçlü bir devletin komşu ülkelerin yetkilileriyle görüşebilmek için sıradan bir araştırma örgütüne muhtaç olduğu ve daha da önemlisi merkezî otoriteden habersiz, o otoriteye tabi olması gereken bir kurum tarafından alternatif dış politika yürütüldüğü intibaı verir ki, Türkiye’nin itibarının bu derecede sarsılmasına en başta onların gönlü razı olmaz. Zira köklü tecrübeleriyle bilirler ki, aynı koltukta iki karpuz taşınmayacağı gibi, aynı ülkede iki farklı dış politika barınamaz. Bin yıllık imparatorluk geçmişinden süzülüp gelen diplomasi geleneğine sahip bir ülkeye, kurumlar arası dengelerini oturtamamış bir üçüncü dünya ülkesi görüntüsü verdirildiğini iddia etmek kimsenin hakkı değildir. O halde tıpkı hükümet yetkilileri gibi, sıradan vatandaşlar olarak bizler de Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan açıklamada ifade edilen “bu olayın bazı odaklar tarafindan kasıtlı olarak tırmandırıldığı” tarzındaki açıklamaya itibar etmek durumundayız.
Toplantının organizatörü ve ev sahibi Zeyno Baran ise yaptığı açıklamada, tartışılan senaryoları kesin bir dille yalanladı ve bu olayı basına sızdıran isme yönelik karşı saldırıya geçti. Bakalım bu kapışmadan daha neler çıkacak. Baran’a göre sızdırmayı gerçekleştirenlerin asıl amacı orduyu yıpratmak! Ancak böyle bir toplantıyı düzenleyip, aslında kurumunu ‘ziyaret’ etmek isteyen üst düzey askerî yetkililerin toplantıya katılacağını davetiyeye yazarak, bu yıpratma işini kendisinden daha ziyade başarabilen başka biri de yok. Üstelik yıprattığı sadece ordunun değil, bütün Türkiye’nin itibarı oldu. Baran daha önce bir Amerikan dergisinde Türkiye’de “fifty-fifty” darbe olacağına dair öngörüsüyle gündeme gelmiş, bu iddiayı kaleme almazdan kısa süre önce görüştüğü bir orgeneral hakkında haksız önyargılar uyanmasına neden olmuştu. Baran, daha sonra Türkiye’deki krizle ilgili Amerika’daki bir radyo programına katılmış ve programın Amerikalı sunucusunu hayrete düşürecek derecede anti-demokratik görüşler dile getirmişti. Anlaşılan Baran ve diğerlerinin Türkiye’deki iktidara yönelik, kaynağını bilmediğimiz, bazı kızgınlıkları var. Bu isimlerin neden Amerika’da yüzlerce araştırma kuruluşu arasında İsrail yanlısı, militarist, yeni-muhafazakâr kuruluşlara rağbet ettikleri ya da onlar tarafindan rağbet gördükleri, cevabı Amerika’da değil Türkiye’de aranması gereken bir soru olsa gerek. Nerede çalışacakları elbette onların kendi tercihleridir. Ancak kendi ülkeleri hakkında kanlı senaryolar yazıp, bunlardan politika üretmek kimsenin serbest faaliyet alanı olamaz.
Hudson vakası da göstermiştir ki, demokrasisini yerleştirip kurumlar arası ilişkilerini normal hiyerarşik yapısına oturtamadığı müddetçe hiçbir ülke başkalarının mutfağında pişen aşın kendi topraklarında servis yapılmasını önleyemez. Zira yarım demokrasi dış aktörlere müdahale için uygun fırsat alanları
sunuyor. Bu nedenle Amerika’daki düşünce kuruluşları, başka ülkeler söz konusu olduğunda halkın iradesini değil, militarizmin devamını arzuluyor ve hesaplarını ona göre yapıyorlar.
Paylaş
Tavsiye Et