Ali Murat Yel
İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2006 Sosyolojinin temel kabullerinden biri, toplumsal gerçekliği açıklamak üzere ortaya konan teorilerin, ancak toplumsal gerçeklik karşısında sınanarak yasalaşabilecekleri şeklinde formüle edilir. Sosyal bilimlerde yasa vazetmek her ne kadar doğa bilimlerinde olduğu kadar kolay olmasa da, bir teorinin hüsnü kabul gören bir çözümleme birimi haline gelmesi bu sınanma karşısındaki başarısında aranmalıdır. Ancak nedense modern bilim camiasının pek yaygın bir kesiminde, son derece iddialı teorileri sınanma zahmetine sokmadan kucaklamaya dönük bir meyil vardır. Entelektüel tarih, her şeyi açıkladığı düşünülen ve kendisine sayısız taraftar toplayan, fakat basit toplumsal görüngüler karşısında çöken teorilerle doludur. Marks’ın birleşmek yerine birinci ve ikinci dünya savaşlarında ulus devletler bünyesinde birbirlerine karşı savaşan işçileri, bu teorilere aldırmayan somut toplumsal görüngülere yalnızca bir örnektir.
Bu tür iddiaların sahiplerini ve taraftarlarını bekleyen en büyük tehlike, öngörülemeyen sonuçların yarattığı şaşkınlık ve hayal kırıklığıdır. Bu hayal kırıklıklarının belki de son yıllara en çok damgasını vuranlarından birisi tüm dünyada dinî hayatın giderek artan bir canlılığa konu olmasıdır. Zira şurası bilinen bir gerçektir ki çok değil, birkaç on yıl öncesine kadar dinin ortadan kalkacağına dair muhkem bir inanç entelektüel ortamların tartışılmaz kabullerinden biriydi. Oysa gelinen noktada “la revanche de Dieu” (Tanrı’nın Rövanşı) tüm toplumları olduğu gibi Batı toplumlarını da etkisi altına alan bir dalga olarak ortaya çıktı.
Bu gerçekten yola çıkan Ali Murat Yel, Hıristiyanların önemli hac duraklarından biri olarak kabul edilen ve her yıl çektiği binlerce ziyaretçi ile etkisi Portekiz dışına taşmış olan Fatima kentine ve Meryem ana kültüne dair antropolojik bir analizle Türk okuyucusunun karşısına çıkıyor. Yazarın aynı zamanda doktora çalışması olan eser, bugüne dek din eksenli sayısız araştırmaya konu olan Doğu coğrafyasından çıkan bir akademisyenin, Batı’yı din eksenli bir araştırmanın konusu haline getirmesi ve antropolojik ilgiyi Batı toplumlarına yöneltmesi gibi kimi ilkleri Türk entelektüel yaşantısına kazandırmasıyla dikkat çekiyor. / Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Hulûsi Turgut
İstanbul: Doğan Kitap, 2007 İçinde bulunduğumuz günler, Türk demokrasisinin mahiyeti üzerine uzun uzun konuşulan günler. Demokrasimizi tanımlama gayretiyle üretilen nitelemeler ise bir hayli renkli. Zühtü Arslan’ın yerinde tespitiyle “militer demokrasi”, “militan demokrasi”, “otokratik demokrasi”, “jüristokratik demokrasi”, “vesayetçi demokrasi”, “yarı demokrasi” gibi her bir tamlamanın bir yönünü tanımladığı Türk demokrasisi ‘ironik’ bir demokrasi aynı zamanda. Şartların zorlaması ile ülke gündemine getirilmiş, sırası geldiğinde -hem de tarih içerisinde pek sık sayılabilecek aralıklarla- kesintiye uğramış bir demokrasi bu. Ve bu demokratik(!) geleneğin belki de en önemli dönüm noktası 27 Mayıs 1960 darbesi.
Bir başbakan ve iki bakanın idam edilmesi ile sonuçlanan ve gelecek yıllarda Türkiye’de demokrasi geleneğinin yerleşmesi karşısında en ciddi engeli oluşturan darbe, aydınlatılması ve tartışılması gereken yönleriyle bugün dahi önümüzde durmaya devam ediyor. Bu ihtiyaca verilen en önemli cevaplardan biri ise deneyimli gazeteci Hulûsi Turgut’un kaleminden çıkan belgesel çalışma Yassıada’da Yaptırılmayan Savunmalar.
Çalışma 27 Mayıs darbesinin ardından tutuklanarak Yassıada’ya götürülen ve burada yargılanarak idama mahkum edilen dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın kendi ellerinden çıkan ve mahkeme tarafından dikkate alınmayarak adeta sumen altı edilen savunmaları gün yüzüne çıkarıyor. Kitap, barındırdığı bu can alıcı metinlerin yanı sıra, bünyesindeki fotoğraflarla da muhataplarını döneme ışık tutan görsel malzeme ile karşı karşıya getirmeyi başarıyor. Türk demokrasi tarihini ve aktüel gelişmeleri değerlendirmek isteyenler için önemli bir kaynak eser. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Ian Watt
Türkçesi: Ferit Burak Aydar
İstanbul: Metis Yayınları, 2007
Modern çağların belki de en önemli icatlarından biri romandır. Bir yönüyle 13. ve 14. yüzyıl romanslarına uzanan şeceresine rağmen roman, başlı başına farklı ve yeni bir tür olarak modern çağın çocuğudur. Onun bu farklılığının ve yeni bir tür olarak gördüğü kabulün gerekçesi pek çok edebiyat tarihçisine göre modern zamanları tanımlayan gelişmelerle, romanın ortaya çıkışı arasındaki paralellikte aranmalıdır.
Metis Yayınları’ndan çıkan Roman’ın Yükselişi ilgisini romanın ortaya çıkış hikayesine yönelten önemli bir eser. Modern roman geleneğinin kendileri ile başladığı kabul edilen Defoe, Richardson ve Fielding üzerine incelemelerden oluşan çalışma konuya ilişkin uzun soluklu bir ilginin sahibi olan Ian Watt’ın kaleminden çıkmış. 1957 tarihli çalışmanın Türkçeye henüz aktarılmış olmasını, hiç olmamasındansa geç olmasını yeğleyerek takdirle karşılıyoruz. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
Henri Bergson
Türkçesi: Işık Ergüden
İstanbul: Dost Kitabevi, 2007
“Süreç felsefesi”nin kurucusu olan ünlü Fransız filozof Henri Bergson’un en önemli metinlerinden biri, ilk kez 1896’da yayımlanan Madde ve Bellek isimli çalışmasıdır. Söz konusu eser, felsefe tarihinin en eski tartışma konularından biri olan ve ruh-beden düalitesini konu alan tartışmaya odaklanır. Ruh ve bedenin birlikteliğini savunanlara karşı çıkarak sarsıcı tezler ortaya koyan eser, Batı sanat ve felsefe camiasında derin etkiler bırakan önemli bir felsefi metin olmuştur.
Dost Kitabevi’nin 500. kitabı olarak yayınlanan Madde ve Bellek, felsefe kitaplığımızdaki önemli bir boşluğu doldurmaya aday. /Fatmanur Altun
Tavsiye Et
M. Zeki Kuşoğlu
İstanbul: L&M Yayınları, 2006
“Bir milletin sanatı, o milletin kimliği demektir” diyor yazar, kitabına başlarken. Ve bu millet içerisinde Türk-İslam sanatına emeği geçmiş, çoğunu 20. yüzyılın son çeyreğinde kaybetmemize rağmen isimleri zor hatırlanır on ayrı sanatkârın eserlerini ve hayatını bizlere, bir “vefa borcu”duygusuyla iletiyor. O yazarlar arasında kimler var derseniz şayet: Günümüz kur’an-ı kerimlerinde hâlâ onun hattını kullandığımız Hattat Hamit Aytaç, birçok caminin (İstanbul Sultan Selim Camii kubbesi de dâhil) kubbe ve kuşak yazılarını elleriyle işleyen Hattat Halim Efendi, tezhip sanatının en önemli müzehhiplerinden F. Rikkat Kunt Hanımefendi, doktorluk mesleğinin yanı sıra zevkle minyatürler yapan ve Osmanlı eserlerine sahip çıkıp Süleymaniye Kitaplığı’na bağışlayan Süheyl Ünver Beyefendi... Ve bu şekilde uzayıp giden Türk-İslam sanatlarında hattan tezhibe, minyatürden ebruya kadar eserler vermiş; tevazu içinde yaşayıp aynı mütevazılıkla göç eden sanatkârlarımızı bizlere tanıtıyor.
Her biri usta-çırak ilişkisiyle yetişmiş ve hocalarının rahle-i tedrisinden geçmiş bu büyük sanatkârlar yaşlanıp ihtiyarladıklarında bile “Bize usta derler ama biz hocamızın çırağıyız” diyecek kadar alçakgönüllülükle yaşamışlar ve o terbiye ile bu dünyadan terk-i diyar etmişler. Yazar M. Zeki Kuşoğlu da kakma sanatı ve tezhiple meşgul olmuş, bu “köprü insanlar” diye nitelediği şahısların birçoğuyla ortak çalışmalar yapmış bir isim. Yazar kitabında öncelikle bu sanatkârlar hakkında biyografik bilgiler vermiş ve devamında haklarında yazılmış seçme makalelerden özellikle sanatları hakkında olan bilgilendirici yazıları, bazılarının röportajlarını derlemiş ve sonuçta büyük bir medeniyetin kimliğini, sanatını sırtlayan bu vefakâr işçilerin her biri kendi içinde mütenevvi hikayeleri ortaya çıkmış.
Şüphesiz bu muhtasar bir kitap. On ayrı sanatkârın bir asra yakın ömürlerini iki yüz on sayfalık bir kitaba sığdırmak imkansız bir şeydir. Zaten kitabın yazarı da kendisini sadece haberdar etmek sorumluluğuyla yükümlendiriyor ve ilgilenenler için başvurulacak kaynakları da işaret ediyor. Yazarın ilk cümlesindeki yargısından yola çıkarsak sonuç olarak ekleyebileceğimiz: Milli sanatlarımıza sahip çıkmak, kimliğimize sahip çıkmaktır. / Huriye Apaydın
Tavsiye Et
Ali Haydar Haksal İstanbul: İnsan Yayınları, 2007
Necip Fazıl Kısakürek, sadece yazılı eserleriyle değil, hayatı ve banisi olduğu “Büyük Doğu” mefkuresi ile kısa Türkiye tarihinde derin izler bırakmış bir şair, mütefekkir ve ideolog.
Necip Fazıl’a bir köşe başında rastlama ihtimalimizin bulunduğu yıllar bize bir çeyrek yüzyıldan daha yakın olmasına rağmen hızla değişen değerler sistemi ve kültürel erozyon, günümüz insanını, üstadı anlamanın epeyce uzağına taşıyor. Ali Haydar Haksal’ın bu kitabı, mefkuresinin kilometre taşları sayabileceğimiz Büyük Doğu dergisinin evrelerini ve üstadın edebi ve mütefekkir kişiliğini tahlil etme çabası taşıyan bir inceleme.
Kitap, Necip Fazıl hakkında biyografik malumat sunmaktan ziyade onun ‘benliği’ni tanıma yolunda önümüzü açacak köşe taşlarının şiir, hikaye, tiyatro ve denemelerindeki yansımalarını mercek altına alarak işe koyulmuş. Ama bu kitap edebi incelemeler literatürümüzde bu tahlillerle değil, Büyük Doğu dergisinin yayın macerasının on altı devreye ayrılarak incelendiği indeks çalışmasıyla yer bulacağa benziyor.
Büyük Doğu dergisinin mercek altına alındığı bu bölümler, derginin edebiyat, sanat ve düşünce dünyamıza kazandırdığı yazarları ve eserlerini, yayın yılı ve sayısıyla birlikte vererek ansiklopedik kıymeti haiz bir dağarcık oluşturuyor. Bu on altı devre boyunca, gerek tasarım gerekse içerik ve yazar kadrosu bakımından Büyük Doğu’nun ayrıntılı tahlillerinin yapıldığı kitapta, derginin gelişim sürecine, atlattığı badirelere, üstadın bu badireleri aşmak için gösterdiği insanüstü çabaya, bir edebiyat dergisinin itibarını koruyarak yayına devam etme uğruna gösterdiği maddi-manevi fedakârlıklara tanık oluyoruz. / Ayşenur Gönen
Tavsiye Et