ESKİ Sınıf çok direndi. Oyunun ortasında kuralları değiştirdi, sopa gösterdi, ‘kurumlar’ı ve ‘yorumcular’ıyla neredeyse bütün kartlarını kullandı. Yükselen Sınıf ise elindeki tek kozu, halkı ortaya sürdü ve kazandı. Muhtıraya, Anayasa Mahkemesi’nin hukuka aykırı “367 Kararı”na ve CHP’ye rağmen Abdullah Gül bugün Cumhurbaşkanı. 22 Temmuz seçimlerinden büyük bir zaferle çıkan AK Parti’nin bu başarısında cumhurbaşkanlığı seçiminde Gül’e yapılan haksızlığa duyulan yaygın tepkinin önemli bir payı vardı. Elbette bu tepki, esas olarak Gül’e duyulan ‘irrasyonel’ bir sevgiden kaynaklanmıyordu. Türkiye toplumu, her zamanki siyasi duruşuyla, darbe ve müdahale ile demokrasi tahrip edildiğinde, oyunun kuralları bozulduğunda yaptığını yapıyor ve kendi iradesine ipotek koyanları oylarıyla cezalandırıyordu. Yüzde 46,7’lik oy, bir tür tartışmayı sonlandıran argüman demekti.
Ancak zaferin coşkusu yerini siyasetin gerçeklerine bırakmaya başladıkça AK Parti’yi de bir düşünce aldı. Önümüzdeki bütün bir dönemi Gül’ün cumhurbaşkanı olmasının malum çevrelerde doğuracağı muhtemel tepkileri göğüslemeye çalışmakla geçirmeye değer miydi? Bugün onu coşkuyla alkışlayanlar ve cumhurbaşkanlığı için aday gösterilmesini isteyenler, acaba duygularıyla mı hareket ediyorlardı? Gül’ün yerine “gerginlik çıkarmayacak” başka bir aday daha iyi olmaz mıydı?
Bunlar, aslında yabana atılmaması gereken sorulardı. Ama bunu baştan hesaplamak hiç de kolay değildi. Üstelik Gül zaten Erdoğan’ın adaylığının birilerini germesi üzerine bir uzlaşma adayı olarak belirlenmemiş miydi? CHP’nin tatmin olacağı bir adayı en baştan belirlemek makul veya mümkün olabilir miydi? Öyle bir aday bulunacağına, doğrudan CHP’den birini seçmek daha doğru olmaz mıydı? Hepsi bir yana, bütün bunlar bugün değil dün, yani Gül’ü aday göstermeden ve ardından da 367 dayatmasını aşmak için halktan oy istemeden önce sorulması gereken sorulardı. 22 Temmuz sonrası bunun muhasebesini yapıp aday değiştirmenin ahlaki ve siyasi meşruluğu olamazdı. Nitekim kısa bir tereddüt görüntüsünden sonra, güçlü bir kamuoyu desteğiyle Gül yeniden aday gösterildi ve seçildi.
Acaba Gül yerine, siyasi kökeni veya eşinin başörtüsü gibi sebeplerle tepki çekmeyecek, ama oligarşiye teslim de olmayacak bir isim getirmek daha makul olmaz mıydı? Böyle bir aday, ekonomik ve siyasi gücü sadece bir zümrenin tekelinde tutan, mevki ve makamları sadece o zümrenin çocuklarına layık gören “zekat saraydan çıkmasın”cı sistemi sarsabilir; demokratikleşme ve sivilleşme reformlarına öncülük edebilir, örneğin ülkenin Cumhuriyet’le yaşıt kronik sorunlarına (din sorunu ve Kürt sorunu) Özal gibi cesaretle neşter atabilirdi.
Oysa Gül daha şimdiden öylesine yoğun bir psikolojik baskı altına alındı, öylesine saldırıya uğratıldı ki, bunları yapabilecek iradesinin epeyce kırılmış olduğu düşünülebilir. Zaten onun cumhurbaşkanı olmasını önleyemeyeceğini gören “Müesses Nizam”ın temsilcileri, zifaftan önce kedinin bacağını ayırarak onun gözünü korkutmaya, gönülsüz de olsa itaatkar bir tutum almasını sağlamaya çalışıyorlar.
Bugün Gül’ün önünde iki yol var: İlki, “gerginlik çıkarmayan”, “uyumlu” cumhurbaşkanı olmak. Bunun anlamı, demokratikleşme, kamu yönetimi reformu, derin devlet, Kürt sorunu, bürokratik ayrıcalıklar gibi yasak bölgelerde dolaşmaya kalkışmayan; Susurluk’un yıldönümünde hükümeti göreve çağıran bir açıklama yapmak yerine, yerli malı haftasında kayısı üreticilerini davet edip ülkemiz açısından kayısı üretiminin önemine dikkat çeken (“Bu ikincisini yapmasın” demiyorum; “Sadece bunu yapmasın” diyorum) bir cumhurbaşkanı olmak. Bu ‘uyum’luluğun tezahür biçimleri şöyle özetlenebilir: Temel özgürlük alanlarıyla ilgili, adet yerini bulsun türünden açıklamalarla yetinmek; ama ‘kurumlar’ı rahatsız edecek hiçbir somut söz söylememek. “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, dün bazı sivil toplum örgütlerini kabul etti” şeklinde bir haber duyulduğunda, bu örgütlerin muhtemelen İHD veya Mazlumder değil, TÜSİAD veya Yardımsevenler Derneği gibi örgütler olduğunu anlamak. Aylar ve yıllar boyunca, kendisine ‘dinci’ geçmişini ima eden açıklamalar yapan kurumlara, açılış törenlerinde laf sokuşturan bir kısım taraflı yargı mensuplarına veya kendisine karşı insafsız yazılar yazan gazetecilere karşı mahçup veya özür dileyici tavırlar sergilemek, böylece onların tepkisini daha fazla çekmemeye çalışmak; bunu yaparken hem kendi şahsiyetini hem de onu oraya taşıyan kitleleri oluşturan tek tek bireylerin şahsiyetlerini ezdirmek.
Acaba bütün bunları yaptığında ne olur? Gül bütün bunları yapsa bile, yine ‘devlet’ için ideal bir cumhurbaşkanı olmayacaktır. Her özür dileyici tavır, ardından bir derece daha büyük saygısızlığı, tavır koymayı ve köşeye doğru geriletmeyi getirecektir. Dahası, üstte gerginlik çıkarmamak için vereceği her taviz, yukarıdaki gerginliği çözmeyeceği gibi, altta bir gerginliğe sebep olacaktır.
Ama ikinci yol çözüm olabilir: Bu, kendisine güvenen, demokrat bir cumhurbaşkanı demektir.
Bunun için öncelikle birilerinin kendisini sokmak istediği ruh haline direnmeli, kendisini haddi olmadığı halde konağa girmiş ve onların çocuklarına ait bisiklete binmiş yanaşma çocuğu gibi hissettirmek isteyenlerin tuzağına düşmemeli, kendisine güvenmelidir. Bunun anlamı, demokratikleşmeye yönelik ciddi bir irade ortaya koyması ve bu konuda hükümeti teşvik edici olmasıdır. İfade özgürlüğü başta olmak üzere insan hakları alanında kendi gündemini izlemesi, Kürt sorunu, gayrimüslim vatandaşlarımızın hakları ve ayrımcılıkla mücadele dâhil bütün insan hakları sorunlarını bir bütün olarak herkes için aynı anda savunma cesaretini göstermesi ve zaman zaman bu konudaki açılımlara öncülük etmesidir. Bu, ahlaki ve stratejik bakımlardan tek çıkar yol olarak görünmektedir.
Bütün bunları yapmak kolay değildir. Ayrıca bu ikinci yol, başarının mutlak garantisi de olmayabilir; ama ilki gibi çıkmaz sokak değildir ve başarı söz konusu olacaksa sadece bu yoldan geçecektir.
Paylaş
Tavsiye Et