DÖVİZİ çok seven bir milletiz. Aktifimizde, pasifimizde bol miktarda döviz tutuyoruz. Başka bir deyişle hem servetimizi hem de borçlarımızı döviz cinsinden tutmayı tercih ediyoruz. Sadece kişiler ve şirketler değil, devletimiz için de döviz çok önemli. Merkez Bankası’nın resmî döviz rezervleriyle gurur duyuyoruz. Rezervlerimiz yükseldikçe özgüvenimiz de artıyor. Yıl içinde 70 milyar doları yakalamamız yakın bir ihtimal. Yükselen sadece bizim rezervlerimiz değil kuşkusuz. Başta Çin olmak üzere döviz rezervlerinin büyüklüğüyle çenemizi yoran çok sayıda ülke var. Pek düşünmediğimiz ise bu politikaların neye hizmet ettiği ve maliyetinin ne olduğu. Rezervlerimizin de tıpkı toplumsal maliyetin söz konusu olduğu diğer konular gibi artıları ve eksileri ile tartışılması gerekiyor. İşte size rezervlerle ilgili üzerinde pek de düşünülmeyen bazı ipuçları. Döviz rezervleri son 10 yılda dünya genelinde arttı. Bunun önemli bir nedeni Asya krizinden çıkarılan dersti. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer. Ülkelerde ani sermaye çıkışlarına karşı geliştirilen bir sigortadır yüksek döviz rezervleri. Ayrıca kreditörlerin güvenini de artırırlar. Yüksek döviz rezervleri gerçekte finansal küreselleşmenin bedelidir.
Döviz cinsinden borçları yüksek olan ülkelerin bir sigorta olarak daha fazla rezerv tutması beklenir. Ancak, büyük rezervlerin bedeli de büyüktür. Bunun en basit nedeni ülkelerin döviz rezervlerinden kazandıkları faizin kendi borçları için ödedikleri faizden düşük olmasıdır. Örneğin döviz rezervlerinden ortalama %3 kazanıldığı ve döviz cinsinden borçlar için %6 faiz ödendiği varsayılırsa ortada %3’lük bir kayıp var demektir. Gelişmiş bir ülkenin borç için ödeyeceği faiz ile bizim gibi daha riskli bir ülkenin ödeyeceği faiz arasındaki fark ülkelerin risk seviyesini ölçer. Bu farka risk primi de denir. Borcu çok olan ülkelerin risk primi de yüksek olur. Risk primi yüksek olan gelişmekte olan ülkelerin, döviz rezervleri dolayısıyla katlandıkları maliyet de yüksektir. Dani Rodrik’e göre gelişmekte olan ülkeler rezervlerden dolayı yıllık ortalama milli gelirlerinin %1’i kadar bir maliyete katlanmaktadır.
Rezervler gördükleri sigorta işlevi nedeniyle faydalı, ancak getirdikleri fırsat maliyeti nedeniyle zararlıdır. Bu durumda “optimum rezerv tutarı var mıdır” sorusu önem kazanır. Doğrusunu isterseniz buna net bir cevap vermek zor. Örneğin, “rezervlerin kısa vadeli dış borçları birebir karşılaması yeterlidir” diyenler var bir tarafta. Bir diğer tarafta ise rezervlerin milli gelire oranının %10 olmasını anlamlı bulan bilimsel çalışmalar bulunuyor. Öte yanda rezervlerin en az 3 aylık ithalat tutarını karşılayacak seviyede tutulması gerektiğini söyleyenler de var. Bu ölçütlere bakıldığında kabaca 65 milyar dolarlık rezervimizin fazla olduğunu söyleyebilirsiniz. Ancak “gerçekte ne kadar olması lazım” sorusunun cevabı başka bir soruya bağlıdır. Ülkenizin ekonomik bir krize girme olasılığı ne kadar yüksekse o kadar çok rezerv tutmanız gerekir. Kriz ihtimali olmayan bir ülke için milli gelirin %15-16’sı bir döviz rezervi oranı olarak çok fazlayken, kriz ihtimali yüksek bir ülke için bu oran az olabilir. Soruyu şu şekilde sormak da mümkün aslında: Milli gelirinizin %15-20’sine mal olacak bir krizle karşılaşmamak için yıllık %1’lik bir maliyete razı mısınız?
Yeri gelmişken yıllık maliyet hesabını netleştirmekte fayda var. Basit bir varsayımla diyelim ki, yukarıdaki kriterlere göre tutmamız gereken rezerv rakamı 40 milyar dolar olsun. Bu maliyete her halükarda katlanmak zorundayız. Çünkü bu, küresel sermaye oyununa katılım bedelidir. Geriye kalan 25 milyar dolarlık fazla rezervin maliyeti ise risk primimizle doğru orantılıdır. Risk primimizi ortalama %2’den hesaplarsak bu fazla rezervin yıllık maliyeti 500 milyon dolar yapar. Bu da bizim ülkeyi kötü yönetmemizin bedelidir. Bu basit hesaplamayı daha da karışık yapmak mümkün. Diyebilirsiniz ki, döviz tutmak yerine bunları yatırımlarda verimli kullansa idik, alternatif maliyetimiz çok daha yüksek çıkardı. Haklısınız, yüksek fırsat maliyeti yüksek bedellere yol açar. Yine de yaptığımız basit hesabı 65 milyar dolar için uyguladığımızda ortaya çıkan rakam 1,3 milyar dolardır. Bu da milli gelirimizin %0,33’ü demektir. Bu rakamın mütevazı olduğunu yine de belirtelim.
Yüksek rezervlerin alternatifi var kuşkusuz. Birincisi finansal küreselleşmeden sakınmakla sağlanır. Bu yolu zaman zaman uygulayanlar çıktı. Malezya kriz dönemlerinde sermaye kontrolleri uyguladı. Daha önce de Şili örneği vardı. Bir süredir Tayland da niyetlendi biraz. Nisan ayı içerisinde dolaylı da olsa bizde de “dalgalı kur rejimi tartışılmalı” diyenler çıktı. Anlaşılan başka maliyetler eklendiğinde mütevazı rakamımız da yükseliyor. Diğer bir alternatif ise borçları iyi yönetmekten geçiyor. Döviz rezervi/kısa vadeli dış borçlar oranı bir şirketin likidite rasyosundan farklı değildir. Kısa vadeli borçları azalan bir borçlunun likidite oranı da düzelir. Risk primi daha da düşer. Aslında bizim bir süredir yapmaya çalıştığımız bu. 2001’e göre borçlarımızın milli gelire oranı bayağı bir azaldı. Ancak yine de oldukça yüksek seviyelerde.
Yüksek rezervlerden başka türlü fayda sağlamak mümkün. Çin bir ölçüde yapıyor bunu. Hangi kritere vurursanız vurun Çin’in rezervleri çok yüksek. Fakat sürdürdüğüne göre faydası da olmalı. ABD ile kurduğu saadet zinciri bir tarafa bırakıldığında Çin’in bir diğer kazancı, para biriminin değerinin korunmasında yatıyor. Tam bir sermaye serbestisinin olmadığı Çin’de yüksek döviz rezervleri yuanın değer kazanmasını önlüyor. Bir anlamda Çin parasalcı bir merkantilizm uyguluyor. Bizde ise durum tam tersi. Yüksek rezervler yabancı sermayenin sigortası olurken, yüksek faizler de yüksek getirinin anahtarı oluyor. Artan sermaye girişi para birimini daha da değerli kılıyor.
Uzun sözün kısası, rezerv maliyetinin iki ayağı bulunuyor. Birinci maliyet, küresel sermaye oyununa giriş maliyetidir. Bu aidatın çoğunu, oyunun sahibi toplar. Günümüzde bu ülke ABD’dir. Birinci maliyeti azaltmanın iki yolu var: Ya bu oyunun en büyük oyuncularından biri olursunuz, böylece pastadan size de pay düşer ya da kendi oyununuzu kendiniz kurar, diğerlerini de oyuna dâhil edersiniz. Her iki yol da oldukça uzundur. Çok zahmet ve büyük vizyon ister. Dünya ekonomisinin ilk yirmisinde yer almak yetmez; en büyüklerden olmanız gerekir. Bu, iddialı bir yoldur, ancak ulaşılamaz değildir. Rezerv maliyetinin ikinci ayağı olan “yüksek risk priminden kaynaklanan maliyet”i azaltmak ise kısa vadede daha makuldür. Risk primi sizinle diğerleri arasındaki yönetim kalitesini ölçer. Ekonominizi, ülkenizi ne kadar iyi idare ederseniz bu maliyeti de o ölçüde azaltırsınız. Şimdilik bizim üzerinde çalışmamız gereken de budur.
Paylaş
Tavsiye Et