KAPİTALİZMİN piyasa ilişkileri etrafında şekillenen ulusal ve uluslararası bir değerler ve mekanizmalar sistemi olarak ortaya çıkışı sürecinde dayandığı en temel prensiplerden biri, hiç şüphesiz aktörlere atfedilen ‘rasyonellik’ varsayımıydı. Smith ve Ricardo’dan başlayıp neo-klasik ve neo-liberallere uzanan tarihsel çizgide “serbest piyasa” ideolojisinin ısrarla vurgulanan nirengi noktası, ekonomik aktörlerin sürekli bir kâr-zarar hesabı içinde rasyonel kararlar aldıkları ve böylece toplamda optimum sonuçların ortaya çıktığıydı. Ekonomide rekabet ve büyüme ivmesini körüklediği için önemsenen bu pragmatik rasyonellik, kapitalizmin küresel yayılımı sürecinde Richard Falk’un “yırtıcı küreselleşme”, Susan Strange’in de “gazino kapitalizmi” tanımlamalarıyla işaret ettikleri sınır tanımaz sermaye hırsının da meşruiyet zırhıydı aynı zamanda. Elbette, liberal naiflik sınırlarını aşarak reel pratikler açısından baktığımızda bireysel ve kurumsal düzeydeki ekonomik aktörlere yüklenen rasyonalite varsayımının, piyasaların psiko-sosyal gerçekleri ile örtüşmediği ortada. Spekülatif finansal sermayenin yeni dönemin müthiş teknolojik imkânları ve küresel iş yapma tekniklerini de arkasına alarak etki alanlarını yaygınlaştırması, yatırımcılar nezdinde büyük aktörleri takibe dayalı bir ‘sürü’ zihniyetinin perçinlenmesini sağladı. Özellikle finansal kriz dönemlerinde verilen anlık tepkilerle ortaya çıkan ve sosyo-ekonomik hayatın gerçeklerinden kopuk bir algısal düzlemde tezahür eden bu sürü psikolojisi, herkesin gerek ilgi gerekse endişe ile takip ettiği ve örtülü bir “görünmeyen el” sembolizmi ile desteklenen bir ‘piyasa’ tasavvuru ortaya çıkarmış durumda.
Bretton Woods sisteminde 1970’lerde yaşanan radikal değişim ve dalgalı kur sistemi/merkez bankası bağımsızlığı gibi kurumsal düzenlemeler ile piyasa dostu denetim kriterlerinin de yardımıyla küresel finansal sermayenin Doğu-Batı/Kuzey-Güney ayırımı yapmadan kâr maksimizasyonuna yoğunlaşmasının önü zaten açılmıştı. Bu küresel ‘oyun’a sanayileşme serüvenleri ve sermaye birikimleri görece geç başlayan Asya kaplanları gibi gelişmekte olan ülkelerin başat aktörler olarak katılımları Asya krizi ile engellenmiş oldu. Asya krizi ve onu takip eden dönemde ardı ardına patlak veren Rusya, Brezilya, Arjantin ve Türkiye finansal krizleri küresel bazda iş yapan yatırımcıları uzunca bir süre diken üstünde tuttu ve kâr oranlarını arttırabilmek için aşırı riskler alma lüksünden onları mahrum bıraktı. Ancak 2002 yılından bu yana gerek büyük çaplı finansal krizlerin yaşanmaması gerekse küresel likidite bolluğunun giderek artması bir anlamda finansal kapitalizmin zirve yaptığı bir “altın çağ”ın yaşanmasına sebep oldu.
Ancak geçtiğimiz yıl yaşanan finansal dalgalanma ve sonrasında piyasalardan gelen olumsuz sinyaller çok kısa bir sürede yukarıda bahsettiğimiz “sürü psikozu”nu devreye sokarak yatırımcıların morallerini yerle bir etti. Üstüne üstlük hesabı iyi yapılmamış devasa yatırımların Anglo-Sakson ve Avrupa finansal âleminin merkezindeki önemli kurumlara ait olduğunun ortaya çıkması kapitalist sistemin kalbinde alarm zillerinin ciddi anlamda çalmasına yol açtı. ABD’de patlak veren aşırı-riskli mortgage olayı piyasanın önemli oyuncularından Countrywide’ın, İngiltere’de yaşanan son iki yüzyılın en ciddi bankacılık problemi ise yine en önemli konut finansmanı sağlayıcılarından Northern Rock’un hiç de öyle iddia edildiği gibi ‘kaya’ sağlamlığında olmadıklarını bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi.
Bu noktada yeniden başta zikrettiğimiz ‘rasyonellik’ prensibine dönmemiz uygun olur. Kapitalizmin doğası gereği tekelci, spekülatif, sınırsız rant peşinde koşan bir zihnî altyapıya dayandığını biliyoruz. Ancak tarihsel gelişim sürecinde yaşanan kriz ve sıkıntıların tecrübesi ile ana sistemin devamını teminat altında tutan kurumların yatırımcılara görece temkin, tedbir ve riskten kaçınma çağrıları yapmaları da alışılmış bir vakıa artık. Ancak bu zevatın tüm uyarılarına ve ‘akılsız’ yatırımcıları kurtarma noktasındaki tüm isteksizliklerine rağmen, hem ABD hem de İngiltere Merkez Bankaları faiz indirimine gidip piyasalara ucuz likidite pompalayarak bir nevi kurtarma operasyonu uygulamaya itilmiş oldular. Böylece “piyasa oyununu rasyonel bir şekilde kurallarına uygun oynayan kazanır; diğerleri kaderlerine razı olur” yaklaşımının reel gerçekliği yansıtmadığı fiilen de ispatlanmış oldu.
Teorik ya da ideolojik kabullerin aksine piyasa kapitalizminin her türlü “hinlik ve cinlik” konusunda mahir; sıradan insanlar ve küçük yatırımcıların sosyal psikolojilerini, umut ve endişelerini öngörüp bunu ranta tahvil edebilen; siyasi otoriteler üzerindeki baskı unsurlarını ve ekonomi ile ilgisiz görünen her türlü faktörü son derece iyi hesap edebilen aktörler tarafından götürüldüğünü vurgulamak gerekiyor. Son dönemlerde Türkiye dâhil ülkelerin kalkınma stratejilerinin ve sosyo-ekonomik kaderlerinin belirlenmesinde temel gösterge olarak tepkileri izlenen ‘piyasalar’ın giderek üretim süreçlerinden ve reel ekonomiden izole olan sosyo-psikolojik ve sanal bir alana dönüşüyor olması, ‘rasyonalite’ varsayımını iyiden iyiye tartışmalı bir hale getiriyor. Öyle ya, küresel ekonomiye yön veren en büyük ekonomilerin önde gelen kurumları dahi, geleceklerini yatırımlarının rasyonelliği ve kârlılığından ziyade siyasi bağlantıları ve sosyo-ekonomik olarak feda edilemeyecekleri varsayımına dayandırıyorlarsa, merkez-dışı aktörlerden -IMF, Dünya Bankası ve çokuluslu şirketler kanalıyla- oyunu kurallarına göre oynamalarını istemek ne derece gerçekçi bir yaklaşım olabilir?
Analiz düzeyini makrodan mikroya indirdiğimizde de değişen fazlaca bir şey yok aslında. Anglo-Sakson kültürünün sürekli ve aşırı tüketime dayalı tabiatının küresel etkileşim süreçleriyle yaygınlaştırılması, gelir-gider dengesini hesap edemeyen; kontrolsüz biçimde borçlanan; kredi kartı borçları ve ev taksitleri gibi ödemeleri zamanında yapamadığı için icraya verilen bireylerin sayısında bir patlamaya yol açmış bulunuyor. Yani “irrasyonel kurumlar” ile “irrasyonel bireyler” bozacı ile şıracı misali yeni döneme damgasını vuran küresel finansal kapitalizmin ana aktör ve figüranları durumunda. Özellikle Anglo-Sakson dünyada ciddi bir sosyo-ekonomik problem halini almış olan hem kurumsal hem de bireysel bazdaki aşırı borçlanma fenomeni, finansal liberalizasyon düzenlemelerinin ateşli taraftarlarının dahi canlarını sıkacak bir seviyeye ulaşmış durumda.
Küresel finansal entegrasyonun ulaştığı nokta ve pek çok gelişmekte olan ülke gibi ülkemizin de finansman noktasında devam eden dışa bağımlılığı bizleri “Arizona’daki bir adamın ev borcu ya da Birmingham’daki birinin kredi kartı borçlarından bize ne?” deme lüksünden mahrum bırakıyor. Küresel finansal sermayenin artan geçişkenliği dünyanın bir ucunda yaşanan kâr odaklı çılgınlıkların ve hatırı sayılır aktörlerin ‘irrasyonel’ adımlarının piyasa koşullarındaki bozulma ve kredi ilişkilerinin sarsılması nevinden tüm dünyaya yansıması anlamını taşıyor.
Paylaş
Tavsiye Et