22 KASIM 2007’de Türkiye’nin ilk klonlanmış kuzusu ‘Oyalı’, basına tanıtıldı. İstanbul Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’nden Prof. Dr. Sema Birler yönetimindeki ekip tarafından, DPT ve TÜBİTAK destekli “Kopya Koyun Projesi”nin sonucu olan ‘Oyalı’nın doğumu, araştırmacılar açısından başarı olarak sunuldu. Proje yürütücüleri, bunu sadece bir hazırlık aşaması, sistemlerin iyi çalıştığına dair bir deneme olarak gördüklerini belirttiler. Bir sonraki aşamada transjenik hayvan üretmeyi düşündüklerini de kamuoyu ile paylaştılar. …
Çok ciddi etik ve hukuki tartışmaların eşlik etmesi beklenen böyle bir gelişme, Avrupalıların ürettiği Dolly’den daha uzun yaşayacak bir klon yapmış olmanın ‘milli’ gururunu açığa vuran ifadelerden başka bir karşılık bulmadı. Bilimsel gelişmeye iman derecesinde bağlı olan entelektüeller eleştirel akıllarını devreye sokmadılar henüz. “Hayatın anlamı”, “fıtratın değişmezliği”, “yaratılışa müdahale” gibi gerekçelerle karşı çıkması beklenen dindarlar ise “matbaaya karşı çıkan gericiler”le bir tutulmamak için sessiz kalmayı tercih etmiş görünüyorlar. Türkiye’deki mevcut siyasi atmosfer zaten böyle köklü meseleleri ele almaya izin vermeyecek bir anafor halinde yaşanıyor.
Halbuki bundan on yıl önce Dolly adlı koyun kopyalandığında, tüm dünyada klonlamanın etiği üzerine çok ciddi tartışmalar gündeme gelmişti. Halen gerek klonlama gerekse kök hücre üretimi gibi teknik, bilim ve insan hayatını bir potada birleştiren ve doğum-ölüm gibi yaşamın sınırlarında cereyan eden konularda ciddi tartışmalar vuku buluyor.
Bilim-kurgu sineması da bu tartışmalara bir ucundan eklemleniyor. 2005’te insanların yedek parça deposu olarak kendi klonlarını imal ettirişini konu alan bir film vardı vizyonda: Ada. Film, klonların birer alet çantası değil, hem bedenleriyle hem de duygularıyla insan oldukları gerçeğini ortaya koyuyordu. Diğer taraftan, bilimsel keşiflerin bir kez yolu açıldı mı iyiye kullanım, kötüye kullanım gibi bir ayrımın geçerliliğini yitireceğine; “kaliteli ve uzun yaşamak” uğruna insanların nasıl acımasız olabileceklerine işaret ediyordu.
Günümüzde henüz insan klonlanmasına izin verilen bir ülke yok. Ama tedavi amaçlı embriyo klonlaması ve kök hücre çalışmalarına izin veren ülkeler var. Şu bir gerçek ki, klonlama ihtimali ile birlikte insan hayatının aktarımında ya da insan soyunun devamında üremeden (reproduction) kopyalamaya (replication) şeklinde bir değişim gözlüyoruz. Biyotekniğin üreme alanında yol açtığı en köklü değişikliğin sembolü, 1978’de invitro döllenme ile dünyaya gelen Louis Brown idi. Çünkü bu ilk tüp bebek, üreme ile cinsellik arasındaki ilişkiyi ortadan kaldırmıştı. Bugün rutin bir tedavi metodu olan tüp bebek uygulaması, doğada varolan bir hatayı düzeltmeye yönelik bir girişimdi. Oysa yeni teknolojiler doğada mümkün olmayanı üretmeye kalkışmaktadır: Birkaç genetik ebeveynden embriyo üretmek veya gelecekte hedeflendiği üzere iki yumurtadan veya iki spermden embriyo üretmek, insan embriyolarını yedek parça deposu gibi kullanmak ve çocuklarımızın karakterini seçmek (bir nevi öjeni) gibi. Yani insan soyunun devamından bahsederken artık üremeden değil, neredeyse üretimden bahsetmek söz konusu olabilecek.
Doğal bir sürecin insan kontrolünde teknolojik bir sürece dönüşmesinin ne tür toplumsal, kültürel, hukuki ve ahlaki sorunlara yol açacağını tartışmaksızın, bilimsel teknolojik ilerlemeyi “kaçınılmaz iyi” gibi telakki etmek, durumumuzu daha da zorlaştıracaktır. Elbette insanın klonlanması ile ilgili karşı çıkışlar mevcut. Fakat tedavi amaçlı klonlama ya da doğum öncesi genetik müdahale konusunda genelde olumlu bir yaklaşım hâkim. Özellikle doğum öncesi genetik tanı ve müdahale ile ilgili hemen hemen hiçbir itiraz gelmediği gibi, yakınlarda Dawn sendromlu çocuğu doğum öncesi tanı ile tespit etmeyen doktora tazminat davası açan ebeveynlerle ilgili haberler de yansımıştı basına.
Anne-babanın hasta ya da özürlü doğacak bebeği dünyaya getirmeme, doğum öncesi tanılarla ve rahim dışı döllenmede embriyo seçimi ile doğacak bebeğin niteliklerini belirleme konusunda çok kapsamlı haklara sahip olduğu bir tıbbi ve hukuki düzenleme söz konusu günümüzde. Aşırı bireyci yaklaşım, üreme ya da kopyalama konusunda “mutlak üreme özgürlüğü hakkı” şeklinde bir iddiaya yol açmıştır. Bu iddiaya göre, üreme ile ilgili kararlar hiç kimseyi ilgilendirmez ve kişi istediği şekilde üreme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Klonlama, öjeni, çoklu yumurta ve sperm döllemesi, hayvan ve insan genlerini karıştırma vs. gibi her konuda bunun sadece kişiyi ilgilendirdiği şeklinde bir iddia. Çağdaş üreme hakları, bireycilik anlayışıyla insanların hangi çocuğa sahip olup hangisine sahip olmayacaklarına karar vermekte özgür olmalarını savunur. Oysa bu durum, hem toplumu hem devleti ilgilendirir. Ayrıca gelecek nesilleri ilgilendirmesi bakımından da ahlaki bir meseledir.
Peki böyle bir özgürlüğün sonucu nedir? Ebeveynler sadece belli ‘kalite’de çocuk isterler ve sevgileri de bu isteklerinin gerçekleşmesine bağlı hale gelir. Diğer taraftan insan hayatının anlamı konusundaki sorular da doğrudan “yaşam kalitesi” odaklı tanımlara mahkum olur. Hayatın uhrevi bir yönü yoksa, özürlü doğması muhtemel bir çocuğun dünyaya getirilmesinin aileye ve devlete ‘yük’ olmaktan başka bir anlamı olmayacaktır. Hayatın imtihan gibi bir gayesi olmadığında, insan onuru kavramı kişinin “yaşam kalitesi”ne odaklanır ve bunun belli bir seviyenin altında olduğu algılanırsa, kişinin onuru hak etmediği düşünülür. Yani Dawn sendromlu bir çocuk ve tedavisi olmayan bir ölümcül hasta, yaşam kalitesine sahip değillerdir, bu nedenle yaşamasalar da olur, hatta hem kendileri hem çevreleri için daha iyi olur, sonucuna varılır.
Tedavi amaçlı embriyo yaratıp sonra da öldürmek konusunda da çok rahat davranılabiliyor günümüzde. Hatta bu durum, karşı çıkmayışın gerekçesini oluşturuyor. Oysa buna onay veren pek çok kimse aynı uygulama, ölmekte olan bir insan için söz konusu olduğunda tereddüt edecektir. Halbuki ahlaki olarak aralarında pek bir fark yoktur.
Söz konusu biyoteknolojilerden hangisinin kullanılacağına kim karar verecek sorusu en temel sorudur bugün. Bireycilik ve pazar etiği bu konularda karar verici son merci olduğunda, sonucun Aldous Huxley’nin Yeni Cesur Dünya’sınabenzer olacağı şüpheden ari. Böyle temel konularda yapılan en yaygın hata, ahlak ile demokrasiyi eşitlemektir. Halbuki çoğunluk oyuyla ahlak yapılmaz.
Günümüzde hem öjeni (doğumda iyi) hem de ötenaziyi (ölümde iyi) tartışıyoruz; çünkü bu iki tartışma özünde birbiriyle çok bağlantılı. Margaret Somerville, “Bir toplumun ahlakiliği onun zayıflara, küçüklere, en mağdur üyelerine nasıl davrandığı ile ölçülür” diyor. Ona göre bugün hukuki bir statü kazanmakta olan öjeni ve ötenazi uygulamaları, hayatın başında ve sonunda en aciz durumdaki insanlara ahlaki davranılmayışının en bariz örnekleri.
Paylaş
Tavsiye Et