MEDENİYET etrafındaki soruların yakıcılaştığı, can acıtıcı bir sarsılma ve savrulmaya maruz kaldığımız bir dönemi yaşıyoruz son bir-iki yüzyıldır. Sosyal ve tarihî realitede bir takım ciddi travmalar tecrübe ettik. Topraklarımız işgal edildi, devlet-i ebed-müddet önce “hasta”landı, ardından mirasını reddeden bir varis bırakarak tarih sahnesinden çekildi. Bu travmalar, varlık, bilgi ve değer eksenli bir şüpheye düşmemize de neden oldu. Biz aslında ne idik; bizi biz yapan unsur neydi? Bize ait addettiklerimizin hangilerinden vazgeçebilirdik? Batı medeniyeti ile bir alış-veriş içine girmemiz kaçınılmazdı. O halde bu alış-verişte “belirleyici-etkin” taraf olmayı nasıl başarabilirdik?
Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark’ta, Tanzimat’tan itibaren yazarlarımızın Avrupa ve Asya arasındaki ilişkiyi hep bir kadın ve erkek kişileştirmesi üzerinden temsil ettiklerini söyler. Namık Kemal, “bikr-i kemal” ve “fikr-i hayal”i birleştirirken olgun erkekliği doğuya, uçucu dişiliği batıya hamleden bir evlilik öngörür. Batı ya da Avrupa’nın, yaşlı ama mağrur Osmanlı’ya ram olabileceği düşüncesindedir Tanzimat aydınları. Ahmet Mithat dâhil hemen hepsi, Doğu’nun evliliğin baskın tarafı olabileceği ümidini taşır.
İlginç olan o ki, aynı dönemlerde Batı da Doğu’yu fethedilecek bir kadın olarak temsil etmektedir. Batı edebî metinlerinde Müslüman kadınların temsili, elbette dönemsel farklılıklar arz eder. Gizemli bir takım güçlere sahip muktedir kadınlardan, arzu nesnesi harem sakinine ve ardından “ezilen” kadına çeşitli şekillerde temsil edilmiştir İslam dünyasının kadınları. Batı’nın hem askerleriyle hem de keşfeden, tanımlayan bir bilim adamı ordusuyla fethe çıktığı andan itibaren Doğu, elde edilmesi gereken bir kadındır. Oryantalist külliyatı bu gözle eleştiriye tâbi tutan çalışmalar, bu temsili açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Batı medeniyeti ile sıcak temas yaşanmadan önceki dönemlerde bizde böyle bir sembolleştirme yoktur. Dışarlıklı olanla pek ilgili değilizdir; onu hemen kendimize mal ederiz. Platon’u Eflatun yapar; hatta onun yirmi dört bin peygamberden biri bile olabileceğini düşünürüz. Ne zaman ki Batı medeniyeti, saldırgan bir şekilde “ev”imize nüfuz etmeye başlar; işte o zaman bu duruma uygun bir hal çaresi bulmak gerekir. Şinasi, Asya’nın “akl-ı pirane”si ile Avrupa’nın “bikr-i fikri”ni izdivaç ettirmekte bulur çareyi. Yaşlı da olsa hâlâ güçlü bir “erkek” olan Asya, bakir ve genç bir kadın olan Avrupa’yı nikahlayıp kontrol altına alabilecektir ona göre.
Bu istiarede de, “Batı’nın tekniğini alalım, kendi kültürümüzü muhafaza edelim” önerisinde de bizi “BİZ” yapan ruhu/aslı koruma endişesi hâkimdir. Doğu-Batı, Asya-Avrupa sentezinin başarılı olabilmesi için, yani evliliğin mutlu sona ulaşabilmesi için, bizi biz yaptığı düşünülen özelliğin galip gelmesi gerekir. Şinasi’de “yaşlı akıl”, Namık Kemal’de “olgun fikir”, Peyami Safa’da “ruh”, Gökalp’te “hars” olarak belirlenir bu özellik ve hepsinde de erillikle ilişkilendirilir.
Yaşlı Osmanlı güç kaybettikçe, evlilikteki baskın taraf olma ümidi yavaş yavaş yitirilir. Ayartıcı bir kadına dönüşen Avrupa’nın elinde oyuncak olma tehlikesi çıkar ortaya. Cemil Meriç’in ifadesiyle genç metresi karşısında acze düşen ihtiyar bir âşık haline gelir Doğu. Yaşlı ya da genç, yabancı bir dilbere âşık olmuş ve bu yolda her şeyini kaybetme tehlikesi içine girmiş bir erkektir artık Doğu. Yahya Kemal’in “Mehlika Sultana Aşık Yedi Genç” şiirini de bu doğrultuda yorumlar Cemil Meriç. Paris şehrine gönüllerini kaptıran Genç Osmanlılar, o dilberin iffetsiz bir bar kızı olduğunun farkında değildirler. Bu uğurda hayal âlemine göçüp giderler.
İlk romancılar, erkeğin, yani Doğu’nun hâkim olduğu bir evlilik düşlemişti iki medeniyet arasında. Ne yazık ki bu evlilik gerçekleşmedi. Buna rağmen yine de Doğu-Batı sentezi, bir evlilik metaforu üzerinden anlatılmaya devam edildi. Ama bu kişileştirmede kadın ve erkeğin özellikleri zamanla değişti.
İki binli yıllarda bir televizyon dizisi üzerinden yeniden gündeme geldi bu evlilik. Bir “Yabancı Damat” girmişti aileye; ufak tefek karşı çıkışlara rağmen kabul de edildi. Metaforik olarak bu, bir iddiadan vazgeçiş olarak yorumlanabilir. Oysa Halide Edip, Sinekli Bakkal’ın kahramanı Rabia’yı ancak Müslüman olduktan sonra evlendirmişti Peregrini ile. Doğu-Batı sentezinde Doğu, dişi taraf da olsa hem aslını muhafaza etmiş, hem de hakimiyetini korumuştu.
...
Bugünse evlilikten bahsedilmiyor artık. Medeniyetler arasında uzlaşmaz bir çatışmayı politik olarak araçsallaştıranlara karşı ittifaktan, diyalogdan bahsediliyor. Diyalog nedir? Monoloğun hilafına, iki tarafın da konuşması. Bir hesaplaşma ise herkesin eteğindekini dökmesi, ilan-ı aşk ise mukabelenin devreye girmesi vs. Bir dönem görücü usule karşı “konuşarak evlenmek” diye tabir edilen bir nevi flört, daha “Avrupaî” olduğu için adeta propagandası yapılan bir uygulamaydı. Buradan hareketle gündemde olan medeniyetler arası diyaloğu da evlilik öncesi “konuşma” ya da flört olarak mı değerlendirmeliyiz? Yoksa artık evlilik ‘out’, süresiz bir flört müdür hedeflenen? “Baştan çıkarıcı”nın peşinde, hiç bir gelecek vaat etmediğini bile bile gününü gün etmek midir?
Bir tarafın yıkıcı fetih faaliyetlerine devam ettiği bir dönemde, “konuşma” ile yetinmek ve evlilik metaforundan vazgeçmek, aslı/ruhu muhafaza etmekten de bir vazgeçiş olarak değerlendirilebilir mi?
Paylaş
Tavsiye Et