FİLİSTİN eski Dışişleri Bakanı Nebil Şaat, ABD Başkanı George W. Bush’un Tanrı’nın kendisine Afganistan’daki terör yuvalarını ortadan kaldırma, Irak’taki diktatörlüğe son verme ve Filistin’e devlet hediye etme misyonu verdiğini bizzat söylediğini aktarıyor. Doğrusu, Afganistan’da Taliban giderek güçleniyor ve el-Kaide liderleri hâlâ yakalanmış değil; Irak’ta diktatörlük yıkıldı ama yerine neyin ikame edildiği belirsiz; Filistin devleti ise sadece uzak bir rüya gibi görünüyor. Bush, Amerikan tarihine en başarısız ve en az sevilen başkanlardan biri olarak geçmek istemiyor. Daha da önemlisi iyi bir Hıristiyan olarak Tanrı’ya verdiği sözü yerine getiremeden görevden ayrılacak olmasının vicdan azabını yaşıyor olmalı. Bu nedenle sekiz yıllık iktidarının son yılında aklına Filistin geliverdi. Ancak şimdilerde hiç kimse Bush’u, uzun süreli bir müzakere süreci gerektiren, kalıcı bir Filistin barışı için adım atacak ciddiyette görmüyor. Ayrıca samimi olduğunu düşünsek bile mevcut şartlar böyle bir adımı atmasına imkan vermiyor. Öncelikle temel sorun, İsrail’i ve ABD’deki İsrail lobisini sorunun çözümüne ikna etmek. Açıkçası İsrail siyasi eliti içinde bu konuda bir kararlılık bulunmadığı ve ABD’deki sağcı İsrail lobisinin etkisi kırılmadığı müddetçe, Bush’un başına bir “kippa” takıp Ağlama Duvarı’nda dua etmekten başka elinden bir şey gelmez. İsrail ve İsrail lobisi daha önce Colin Powell ve sonra Condoleezza Rice’ın benzer çabalarını, Beyaz Saray’daki yakınları ve Kongre üzerinde kurdukları etki sayesinde geri püskürtmüşlerdi. Şimdi konjonktürde değişen herhangi bir şey bulunmuyor. Bunun yanı sıra Filistin tarafı ikiye bölünmüş durumda ve Gazze’yi kontrol eden Hamas’ı dışlayan bir formülün işe yaramayacağı çok açık. Hamas’ı içine alacak bir formülün ne olabileceği konusunda ise öncelikle Hamas’ın kafası karışık görünüyor. Dünyada Filistin tarafının meşru temsilcisi olarak görünen Mahmud Abbas ise fiilî olarak İsrail işgali altındaki Batı Şeria’da sadece kağıt üzerinde bir otorite. Bütün bu şartlar altında, 9 Ocak’ta Ortadoğu turuna çıkan Bush, James Zogby’nin ifadesiyle “geldi, konuştu ve gitti.”
Bush’un gezisinin diğer gündem maddesi ise İran’dı. Gerçi Bush Tanrı’nın, kendisine İran’dan bahsettiğini söylememişti; ama paketin içinden ortaya çıkan tek şey İran oldu. Şüphesiz Bush’un bir sonraki Amerikan başkanına bırakacağı en önemli miras Ortadoğu’da yükselen İran hegemonyası olacak. İran hem Afganistan’daki gelişmelerden hem de Irak’ın Şii egemenliğine geçmesinden çok memnun. İran zaten Hazar Denizi ve Basra Körfezi üzerinde önemli ağırlığı bulunan bir güçtü. Şimdi ise zayıf Afganistan üzerinden Orta Asya ve Çin’e uzanabilirken; diğer yandan tarihte görülmemiş bir gelişme olarak Irak-Suriye ve Hizbullah hattında bir Akdeniz gücü haline gelmiş oldu. İran, Sünni Arap ülkelerinin pısırıklığından yararlanarak Filistin meselesinin retorik plandaki en önemli sahibi haline geldi. 2006 Hizbullah-İsrail Savaşı’yla bu imajını pekiştirdi. Yine, Irak Savaşı’nın ortaya çıkardığı bir gelişme olarak Türkiye’yle birlikte, aynı Kürt terör örgütüne karşı mücadele ediyor. Bu durum ise İran’a Türkiye’yle ilişkilerini geliştirme konusunda çok büyük bir fırsat alanı sunuyor. Diğer tarafta İran, elindeki petrol kartını ve ABD’nin Irak’ta içinde bulunduğu zor durumu bir kalkan olarak kullanarak nükleer programında önemli mesafe aldı.
Şüphesiz kendi topraklarının bir kısmını da içine alan büyük İran jeokültürel havzası, Sünni Arap ülkelerini rahatsız ediyor. Ancak şaşırtıcı bir şekilde Arap ülkeleri de Bush’a bu konuda soğuk davrandılar. Anlaşılan Sünni Araplar, Irak’taki realiteyi ve İran’ın Ortadoğu’da artan ağırlığını kabullenmiş durumdalar. Diğer taraftan zaten hiçbiri sağlam halk gücüne dayanmayan Arap rejimleri, ABD’yle birlikte Müslüman İran’a karşı, (özellikle de Filistin sorununda herhangi bir düzelme meydana gelmeden) ortak cephe kurmalarının, kendi kamuoylarında meydana getireceği rahatsızlığın farkındalar.
Nitekim Bush, dokuz günlük Ortadoğu gezisinde ABD Başkanı gibi değil, bir turist gibi ağırlandı. Suudi Kralı, Bush’a atlarını, Körfez emirleri ise şahinlerini gösterdi. Ancak İran’a karşı herhangi bir taahhütte bulunmadılar. Arap ülkeleri İran’a karşı bir cephe kurmak yerine kendi nükleer programlarını geliştirme yolunda adım atıyorlar. Bu meyanda Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin plajlardan boş kalan zamanında yaptığı Ortadoğu gezisi önemliydi. Bush’tan bir gün önce Suudi Arabistan’a ulaşan Sarkozy, bu ülkeyle toplam değeri 60 milyar doları bulan değişik silah ve ticaret bağlantıları kurdu. Sarkozy bu arada Suudi Arabistan’a nükleer teknoloji sağlamaya hazır olduğunu söyledi. Suudiler İsrail lobisi nedeniyle ABD’den alamadıkları askerî helikopter, savaş gemisi ve denizaltıları Fransa’dan satın almak istiyorlar. Ayrıca Mekke ve Medine arasında hızlı tren ve Riyad’a metro inşasının da Fransa tarafından yapılması bekleniyor. Sarkozy, daha önce Libya ve Cezayir’le yaptığı gibi, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’la da hatırı sayılır anlaşmalar kotarmayı başardı. Herhalde Bush, sadık dostu Sarkozy’den böyle bir gol beklemiyordu.
Bush’un son dakika gayretleri bir yana, ABD’de işbaşındaki yönetim artık dış politika açısından miadını doldurmuş durumda. Aslında bu durum Bush yönetiminin ikinci dönemi için de geçerli; zira son dört yılı boyunca Bush ve ekibi ilk dört yılın mirasıyla baş etmek zorunda kaldı. Hiç kimse ve özellikle Ortadoğu’dakiler fiilen süresi bitmiş bir hükümetten yeni bir macera istemiyor. Hatta Amerikan kamuoyunun arzusu, bu kadronun işleri daha da allak bullak edecek bir şeyler yapmadan, bir an önce çekip gitmesi. Bush, çok arzu etmesine rağmen, babasından daha başarılı olamadı ve Amerikan tarih kitapları onun ilahî misyonunun Amerika’nın sekiz yılına mal olduğunu yazacak. Her hegemonyanın çöküşünün bazı yapısal nedenleri mevcuttur; ancak bazen bu faktörler yeteneksiz bir liderin elinde çöküşü daha da hızlandırabilir. Bush, dış politikada ipleri Yeni Amerikan Yüzyılı rüyasını görenlere bırakarak ve onların Irak macerasına atılmalarına sessiz kalarak muhtemel Amerikan İmparatorluğu’nun çöküşünün temelini attı. Bundan sonra işbaşına gelecek başkan dış politikada çok ağır bir miras devralıyor. Şüphesiz bu mirasla baş edebilmenin en önemli şartı Ortadoğu’da Amerikan imajını düzeltmek ve kredibilitesini yeniden tesis etmektir.
Paylaş
Tavsiye Et