Kanat Atkaya, ilginç adı dışında hiç ilgimi çekmeyen bir köşecidir. Geçenlerde Bilal Erdoğan’ın Başbakan Erdoğan’ın cep telefonuna “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” açılış mesajını yerleştirmesini kalemine doladı. Köşeyi şimdiye kadar hiç okumamış olmanın kefaretini ödercesine defalarca okudum; ama Atkaya’nın ne demek istediğini bir türlü anlayamadım. Buyurun, bir de siz bakın: “Bu haber manasız iyimserlik dalgasının etkisiyle ‘Bak, Başbakan’ın mağrur olacağı garanti artık! Oh be!’ şeklinde algılanmıştı. Kimse çıkıp da ‘Oğlu bile mağrur olmaması gerektiğini söylediğine göre, yandı gülüm keten helva!’ demedi.
Recep Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadarki Başbakanlık performansına bakarak beyefendiye ‘mağrur’ demek zor. Kendi istediği zaman, kendi istediği konuda, kendi istediği şekilde düşünmeyen herkesi rahatlıkla haşlıyor. Seçilmiş bir Başbakan’dan çok, ceberut bir yönetici gibi davranıyor.”
Özellikle şu cümleye dikkat:
“Öfkesini kontrol edemeyen, uzlaşma çağrılarında istediğini elde ettikten sonra yan çizen ve eleştirildiğinde de ortalığı yerle yeksan eden birine en azından bugüne kadar ‘mağrur’ dendiğine şahit olmadım.”
Şimdi ben de şahit olmadım da, Tayyip Erdoğan, Atkaya’nın mantığına göre, “mağrur” değilse -ki değil- Bilal Erdoğan’ın mesajı yerine ulaşmış demektir. Kendisine “mağrur olma” denilen Başbakan, gerçekten de mağrur olmadıysa, Atkaya ne diye “Bilal Bey, peder beyin telefonundaki mesajı yenileyelim lütfen” diye kendince makara geçmeye çalışıyor?
“Yazıdan bir şey anlamadım” dediysem, o kadar da değil; Kanat Bey’in “mağrur” sözcüğünün anlamını bilmediğini ve bilmediği halde cümle içinde kullanmaya çalışarak kendisini gülünç duruma düşürdüğünü anlamış bulunuyorum.
Bu adam Ertuğrul Kaptan’ın Amiral Gemisi’nde yazıyor! Ben kaptan olsam Atkaya’ya şöyle bir ödev verirdim: “Mağrur, mağdur, mağfur, mahmur, mahsus, mahfuz, mahkur, mahsur, mahcur kelimelerinin manalarını ve cümle içinde bunları yanlış kullanmanın mahzurlarını yazınız. Yazamıyorsanız, köşe yazmayınız!”
Nerede öyle Kaptan?
Tavsiye Et
Yukarıdaki mağrur kelimesinden mağdur köşeci arkadaşın durumu, lise yıllarından kalma bir anımı tazeledi. Mantık dersinde bir türlü iki olumsuzun bir olumlu edebileceğine aklı yatmayan bir arkadaşımız hocayı çıldırma noktasına getirirdi. Çoğu zaman bilmediğini de bilmeyen bu arkadaş (Muhtemelen son ifadeyi de çözemeyecektir!) oldukça ısrarcıydı da. Bir gün tartışmanın uzamasından sıkıldığım için kendisine “Tamam arkadaş, haksız değilsin!” dediğimde kıyameti koparmıştı: “Kendini beğenmiş adam, sen haklı mısın sanki!”
Arkadaşa haksız sözcüğünün tek başına olumsuzluk anlamı taşıdığı halde, değillendiği takdirde olumlu hale dönüşeceğini anlatmaya çabalamadım. “Mantık Hocası’na sorarsın” deyip uzaklaştım.
Kanat Bey, bir zahmet “İnce” yazarınıza soruverin “Mağrur olma!” ne demektir? Hatta Ertuğrul Kaptan bile bilir. (Son iki sözcüğü bitişik yazarsak farklı anlama gelse de burada yeri var: “Bilebilir.”) Bilemeyeceğini sanmıyorum yani. Bilmem anlatabildim mi?
Tavsiye Et
Show Haber’i izliyorum. Ali Kırca’nın sık sık dili sürçüyor, “ATV Haber” diyor. Bazen “A…” derken toparlıyor “Show” diye düzeltiyor. Zaman zaman gölge düşse de şov devam ediyor sonuçta. Türbanlılar konuşuyor, türbansızlar konuşuyor; yan yana gezen açık kapalı kızlar birbirine düşüyor. “Ben seni böyle tınımamıştım yaane!” sitemleriyle arkadaşlıklar bozuluyor. Bir mikrofon, bir kamera ve bir Show Haber muhabiriyle bozulacaksa, buna ne kadar arkadaşlık denir; o da ayrı bir mesele ya, neyse. İkinci haber gelsin artık; geliyor: “Sevgili seyirciler, peki türban kamuya sıçrayacak mı? Üniversiteden türbanıyla mezun olan bir öğrenci kamu personeli olarak başını örtmeye devam etmek isterse ne olacak?”
“Elinin körü olacak” deyip zaplıyorum.
Kanal D(oğan)’de kendine MAB diyen Birand ısrarla beceremediği “anchorman”liğine rağmen 17 dakikadır türban şovunu sürdürüyor.
Kırca 20 dakikaya dayanmış; kestane rengine boyattığı Bobi tarzı saçlarıyla artık sıkıcı bir hal alan evinizin sempatik sunucusu ısrarını MAB’dan daha beceriklice sürdürüyor.
Derken televizyon haberciliğinin en manipülatif örneklerini zorlayan 20 dakikalık türban ısrarı sona eriyor. Çünkü TV’de bir haberin ortalama 1,5-2 dakikadan fazla gösterilmesinin “sevgili izleyiciler”i kaçırdığı varsayılır. Ben kaçmadığıma göre demek ki izleyici değilim, sevgili hiç değilim; başka bir şeyin peşindeyim: Kırca’nın dili bu akşam bir kere daha sürçecek mi?
Fatih Altaylı teke tek de değil, tek başına “hödü hödü” ediyor; bir şey anlamadığımdan mı, tahammül edemediğimden mi bilinmez, geçiyorum.
ATV’ye geliyorum; oysa Kırca’ya bakacaktım. Ben de sürçtüm.
Haberin Merkezi’ni buluyorum nihayet: “Sevgili seyirciler, Türkiye’de üniversite mezunu kızların %70’i, çalışmak yerine ev hanımı olmayı tercih ediyor. Bu ilginç istatistik…”
Kırca devam ediyor; ben edemiyorum. Hem türbanlıların kamuya sıçramaması için cansiperane medya mücadelesi vereceksin, hem de kadınların %70’inin başörtülü olduğu bir toplumda üniversite mezunlarının iş hayatına girmemesinden yakınacaksın.
Kırca’nın dili değil, zihni sürçtü bu sefer; fakat yazık, farkında bile değil.
Medya köyü “Muhtar”sız kaldığından beri zihin sürçmeleri sıradanlaştı. Oysa önceden bir sahibi vardı bu işin.
Ey Sahip, “her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsan”, gel artık; gün senin günün!
Tavsiye Et
-Ben aslında türbanlı öğrencilerin üniversiteye girmesine karşı değilim.
-Peki, niçin AKP ve MHP’nin Anayasa değişikliği önerisine her gün manşetten çakıyorsun?
-Türbana karşıyım da ondan.
-Az önce “Karşı değilim” diyordun.
-Türbanlı öğrencilere karşı değilim, türbana karşıyım.
-Ama türbanlı öğrencilerin başında türban var.
-Hah işte ben ona karşıyım.
-O zaman “Türbanlı öğrenciler üniversiteye girmesin” mi diyorsun?
-Tam tersine “Girsin” diyorum.
-“Türbanlı öğrenciler başlarında türbanla üniversiteye girsin”, ben de onu diyorum.
-Olayı saptırma lütfen, ben o kadarını demedim.
-Nasıl yani? Türbanlı öğrenciler girsin, ama türban girmesin mi?
-Tastamam öyle.
-Yani “Türbanlarını çıkarsınlar öyle girsinler” diyorsun.
-Evet, yoksa sen buna karşı mısın?
-Karşıyım tabii, olur mu öyle şey!
-Bir de özgürlükçü olduğunu iddia ediyorsun.
-Kardeşim, ben diyorum ki “Türbanlı öğrenciler başlarında türbanlarıyla üniversiteye girebilsinler!” Özgürlükçülük bu değil midir?
-Peki türbansızlar?
-Ne olmuş onlara?
-Onlar girsinler mi üniversiteye, bu konuda samimi misin?
-Girsinler elbette. Bu konuda bir sorun yok ki?
-Ama ya olursa?
-Nasıl yani? Türbansızların üniversiteye girmeleri mi sorun olacak?
-Olmaz diye bir şey yok! Her şey olabilir. Bu konuda samimi olduğuna beni ikna etmen lazım.
-Adamı delirtme kardeşim, asıl sorun bu mu şimdi?
-Bak şimdiden baskı yapmaya başladın. Üstelik “Asıl sorun bu mu?” diyerek konuyu hafife alıyorsun.
-Tamam kardeşim, türbansız, başı açık bayanların üniversiteye serbestçe girebilmeleri önemli bir konudur. Kendilerini baskı altında hissetmeden üniversiteye girebilmelidirler. Oldu mu şimdi?
-“Üniversiteye girebilmeliler” dedin de, peki, çıkabilmeliler mi?
-Hay Allah, elbette çıkabilmeliler.
-“Allah” derken de baskı oluyor.
-Açık, kesin ve “Allahsız” bir biçimde ifade edeyim: Türbansız bayanlar kendilerini baskı altında hissetmeden üniversiteye girebilmeli ve çıkabilmelidirler.
-Hah oldu işte. Şimdi anlaştık. Başı açık bayanların üniversiteye girmesi konusunda samimi olduğuna inanıyorum.
-Peki, sen türbanlıların üniversiteye girmelerine ne diyorsun?
-Aa, yine başa döndük. Her fırsatta gizli gündemini dayatıyorsun.
-…?
-Dediğim gibi ben aslında türbanlı öğrencilerin üniversiteye…
Tavsiye Et