TÜRKİYE’NİN bir zıtlıklar ülkesi olduğunu sık sık söyleriz. Günlük hayatta karşılaştığımız çelişkilerden, siyasilerin söyledikleriyle yaptıkları arasındaki tutarsızlıktan, toplumun değerler sistemi ile resmî duruşun uyuşmazlığına kadar, bireysel ve toplumsal alanlara ilişkin yaşanan zıtlıklardır şikayet konusu olan. Özellikle tarih, toplumsal değerler, siyasal sistem ve dünya sistemi içinde Türkiye’nin rolü gibi yeterince karmaşık konular söz konusu olduğunda, bu çelişkileri görmezden gelmek mümkün değil.
Uluslararası sistemde yaşanan önemli dönüşümlerin, kırılmaların Türkiye’ye yansımasının her hangi bir ülkeden daha derin olması sahip olduğumuz bu “çelişki potansiyeli”nde aranmalıdır. Kolonileşme deneyimi yaşamamış, büyük bir imparatorluğun mirasına oturan, “kurucu bir toplum hafızası”na sahip ülke olmasına karşın, yapısal olarak uluslararası sistem karşısında her türlü etkiye açık olmak gibi bir “derin çelişki” söz konusudur zira.
Yaklaşık 200 yıldır Türkiye’de gerçekleştirilen yapısal değişikliklerin hemen hemen hepsi iç dinamiklerden çok dış etkilerin sonucudur. Tanzimat’tan beri süren Batılılaşma maceramız, biraz da dış tehlike karşısında alınan bir tedbirin, Batıyla hesaplaşmanın, özetle çelişkilerimizin bir hikayesidir. Bu anlamda üretmediğimiz ama yüzleşmek zorunda kaldığımız modernite temel yapıyı değiştirirken, ortaya çıkan çatışma ve çelişki aynı zamanda toplumumuzun sahip olduğu direnç gücünün başka bir ifadesidir. Modernite ile yüzleşmemiz aynı zamanda Batı ile girdiğimiz hesaplaşma anlamına geliyordu.
Ne var ki modernite karşısında hesaplaşmaya giren sadece Türk toplumu değildi. Tüm İslam toplumları modernite ile yüzleştiler; Müslümanların sahip olduğu dinamizm modernite karşısında direnmesini bildi. Oysa modernite ile karşılaşan batı-dışı kültürlerin büyük kısmı aynı direnci gösteremedi. Siyasal ve toplumsal anlamdaki kaotik görünümün arka planında böylesi bir tarihî-felsefî temel aramak gerekir.
Batı ile hesaplaşma Türkiye’de biraz da seçkinler-toplum çelişkisi, gerilimi, zıtlaşması olarak yansır. Bu çelişki; dış dinamiklerin belirlediği zaafımıza, iç dinamiklerin ortaya koyduğu direnme gücünden başka bir şey değildir.
Bu anlamda direnen bir kültür ve bunu biçimlendirmeye çalışan siyasal iradenin çatışması, Türk toplumunun batılılaşma yolunda yaşadığı 200 yıllık gerilimi özetlemektedir.
Bir Gösterge Olarak 11 Eylül
Olağanüstü durumlarda sergilenen refleksler Türkiye’deki seçkinlerin ideolojik ve kültürel genlerini deşifre eden turnusol kağıdı gibidir; bu sebeple de iyi incelenmelidir.
11 Eylül sonrası ortaya konan tepkileri sıcağı sıcağına okumak, Türkiye’de seçkinci zihniyetle derin zihniyet arasındaki gerilimi anlamayı kolaylaştırır. Özellikle, Türkiye’nin de içinde bulunduğu İslam dünyasını doğrudan ilgilendiren uluslararası dönüşümler karşısında verilen tepkileri izlemek; sadece aktörlerin kimliklerini değil, muhtemel stratejilerin yönünü de okumamızı sağlar.
11 Eylül sonrası medyada ve kamuoyunda dillendirilen tepkileri bir gösterge olarak alacak olursak, verilen tepkilerin niteliği, yaşanan gerilimin yapısal karakterini çözümlememize imkan tanır.
Tüm dünyada naklen izlenen New York’taki İkiz Kuleler’in “uçaklanması”nın ardından Amerika’nın doğrudan İslam dünyasını hedef göstermesi yeni bir dönemin başladığının işaretiydi. Başkan Bush’un “İslam terörü” gibi bir retorikle tüm Müslümanları hedef göstermesi, Amerikan hegemonyasının Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezine yaslanarak gerçekleştirilmek istendiği izlenimini verdi.
Amerika’nın, terörle savaş retoriği altında, İslam dünyasını hedef alan açıklamaları ve ardından Afganistan’ı işgal etmesi karşısında hiçbir ülkede, Türkiye’de olduğu kadar derin farklılıklar içeren yaklaşımlar ortaya çıkmadı. Türkiye’nin de içinde olduğu İslam dünyası açık hedef olarak gösterildiği halde, bu kadar farklı, ortak paydadan uzak tavırların olması; Türkiye’nin barındırdığı çelişki, dinamizm ve zaafları ortaya koyuyor.
Türkiye’nin 11 Eylül’ü olan 28 Şubat’tan beri sürdürülen irtica avına Amerika’dan açık destek geldiğini düşünenler, Amerika ile el ele vererek açık bir savaş başlatmanın sevincini gizleme ihtiyacı duymadılar. Bu tavır, 11 Eylül için “Yahudiler açısından tarihin en büyük halkla ilişkiler olayı” diyen İsrail basınınınkinden farksızdı.
Böylece demokrasi ve insan hakları adına Batı’nın ve özellikle ABD’nin açık desteğini aldığını düşünen seçkinler daha açık yöntemlerle irtica ile mücadele edebilirlerdi. Hatta, İkiz Kuleler’e saldıranlar arasında umutla bir Türk isminin çıkmasını isteyen üslûplar açıkça fark ediliyordu. Nitekim, Afganistan işgali sonrası Taliban saflarında yakalanan bir iki Türk, bu çevreler tarafından tam bir “halkla ilişkiler fırsatı” olarak karşılandı. Böylece 11 Eylül trajedisi post-modern darbenin haklılığını ortaya çıkarmıştı.
Buna karşılık, kimi resmî çevreler de dahil olmak üzere geniş bir kesimin, Amerika’nın İslamcı terör retoriğinden ağır endişe duymaya başlamaları, bu ülkede yaşayanların derin aidiyet bilinçlerinin kritik anlarda ne şekilde ortaya çıkacağını resmediyordu. 28 Şubat’ın ürünü bir iktidar bile, Bush’un politikalarının “İslamla savaşa dönüşmesinden endişe duyduğu”nu resmen açıklamak ihtiyacını hissedecekti. Hatta Amerika’ya tüm Müslümanları hedef alacak bir tutuma girilmemesini isteyen bir uyarı bile gönderilecekti.
Sonuç olarak: Bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldıklarında Türkiye’de insanlar, kendilerini İslam tanımı içinde görmektedir. Bu aidiyet duygusu kritik zamanlarda ortaya çıkmaktadır ve insanlar, en azından Batı’nın Türkiye’ye ilişkin politikalarında İslam faktörünü daima göz önünde tuttuğunun farkındadır.
Türkiye Modeli
İlk şok atlatıldıktan sonra ‘reel-politik’e dönülecek, Amerika ile mümkün olan işbirliği yapılarak gelmekte olan tehlike geçiştirilmeye çalışılacaktı. İrtica karşıtı retorik yeniden canlanacak, Amerika’nın istediği, “terörü besleyen İslam yorumuna karşı ılımlı model” geliştirilecekti. Her halde Türkiye’nin uluslararası sistemde yaşanan dönüşümlerde en hazırlıklı olduğu konulardan biri bu olmalıydı. Türkiye’de 11 Eylül’ün 28 Şubat’ta başladığı tespiti boşuna yapılmamıştı. Amerikan yöneticileri Mısır’daki El-Ezher’den müfredatını değiştirmesini resmen istedikleri sırada, Türkiye bu mevzuda çok daha ileri adımlar atmıştı. İmam hatipler, ilahiyatlar, başörtüsü yasağı gibi uygulamalar adeta 11 Eylül Amerikan düzenine bir hazırlık gibiydi.
Artık Amerika’ya terörle mücadelede sunabileceğimiz bir model vardı: Türk İslam’ı. Türkiye bir İslam ülkesi olarak (resmî söylemle İslam Konferansı üyesi olarak) demokratik ve laik yapısıyla Müslüman ülkelere, daha doğrusu Arap dünyasına örnek olabilirdi. Ankara, bu söyleme sarılarak; muhtemelen hem Amerika’nın endişelerini gidermeyi, hem de durumdan azami yarar sağlamayı planlıyordu. Nitekim Afganistan’a da neredeyse gözü kapalı asker göndermekte tereddüt etmedi.
2002 Şubat’ında İstanbul’da Arap Birliği üyesi Müslüman ülkelerle Avrupa Birliği üyelerini bir araya getiren zirve, siyasi anlamda Türkiye’nin attığı ileri bir adım olarak tarihe geçecekti. İçi doldurulmamış olsa bile zirveye damgasını vuran “İstanbul ruhu” söylemi, Türkiye’nin sahip olduğu potansiyele bir atıfta bulunuyordu. Ve İstanbul ruhu, ABD’nin doğrudan hedefi haline geldiklerini hisseden Arap dünyasının, AB nezdinde destek arama refleksiydi. Aynı zamanda, 11 Eylül’den tedirginlik duyan resmî Türkiye de tarihi pozisyonunu hatırlıyordu. Sonuçta İstanbul ruhu, nostaljik çağrışımlardan öte bir işlev görmedi; ama Türkiye’nin unuttuklarını, varlık parametrelerinin kodlarını ortaya çıkardı. Daha sonraki gelişmeler, siyasal erkin ‘operatif aklı’nın tarihi ve felsefi derinlikten yoksun olduğunu gösterdi.
ABD Politikası: İslam’a Karşı İslam
Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz, ardından gelen Derviş operasyonu ve Ecevit Hükümeti’nin dağılması süreci, Türkiye’deki yapının dış dinamiklerin etkisine ne kadar açık ve kırılgan olduğunu gösteriyor. Bu kırılgan yapı ile Türkiye’de hiçbir yapısal dönüşümün gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen tüm yapısal dönüşümlerin muhafazakâr-sağ partiler eliyle gerçekleş/tiril/miş olması gerçeği, belirttiğimiz ‘derin çelişki’yi birilerinin çok iyi bildiğini gösteriyor. Statüko, toplumsal meşruiyeti tartışmalı kesimlerce şu ya da bu şekilde sürdürülebilir; ancak yapısal değişimler toplumsal destek olmadan gerçekleştirilemez.
Bu anlamda, bir yılda yoğunlaşmış on yılı yaşayan Türkiye’deki gelişmeleri anlamlandırabilmek için, 11 Eylül sonrası ABD stratejisinin ipuçlarını verecek noktalara dikkat çekmek gerekiyor. Afganistan’ı işgal ederek Taliban yönetimini; Irak’ı işgal ederek Saddam rejimini deviren Amerika’nın, stratejisini uluslararası zeminde meşrulaştıracak gerekçesi, bu ülkelerde demokrasi ve insan haklarının geçerli olduğu bir sistem kurarak İslam dünyasına örnek model oluşturmak. ABD’nin, pratik karşılığı ne olursa olsun, böylesi bir meşruiyet arayışı, aynı zamanda, Ezher şeyhinden ‘sakıncasız İslam yorumu’nun öğretilmesini istediği sembolik hareketiyle birlikte değerlendirilmeli ve Müslüman zihnini-kültürünü nasıl bir formatlama operasyonu içinde olduğu görülmelidir.
Bir yanda işgal stratejisi ve bunu meşrulaştıracak demokratik gelecek vaadi, diğer tarafta İslam dünyasına yönelik küresel toplum mühendisliği… Henry Kissenger’in yeni stratejiye ilişkin söyledikleri, Türkiye ve İslam dünyasındaki siyasal gelişmelere ne yönde şekil verilmek istendiğini anlamamıza yardımcı olabilir: “Bundan böyle İslam dünyasındaki çatışma ‘ılımlı Müslümanlarla’ ‘radikal İslamcılar’ arasında olacaktır.”
Zamanlama açısından bakıldığında, dışişleri bakanının İslam Konferansı üyelerine “önce kendi evimize çeki düzen verelim” anlamında demokratikleşme ve insan hakları mesajı vermesinin kimi çevrelerde neden memnuniyetle karşılandığını anlamlandırabiliyoruz. İHT’de yazan R. Haass’in belirttiği gibi, bazı İslam ülkelerinin “küreselleşmenin streslerine daha uyumlu hale getirilmesi” gerekiyordu.
Türk Müslümanlığı modeli, Amerikan hegemonyası için işe yarar mı bilinmez ama bu modelin Türkiye’nin derin çelişkisini beslediği açık…
Paylaş
Tavsiye Et