BİR Sırp atasözü şöyle der: “Mutlak kesin olan tek şey gelecektir; çünkü geçmiş durmaksızın/sürekli değişir”. Son iki yüzyılın dünyasını en iyi ifade eden cümle belki de budur. Niçin? Bu sorunun cevabını yine yakın tarihimize giderek bulabiliriz.
Kurtuluşu bu dünyada arayan Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ın yorumcuları Kabalacılar, “belirli bir gayeye göre tarihi değiştirmeye” ‘sefirod’ adını verirler. Sefirod, ahiret inancı olmayan Yahudilerin yeryüzü cenneti inşa etmek için geliştirdikleri bir düşünme ve eyleme tarzıdır. Ancak ‘belirli bir gaye’ ifadesi, kapitalizmin doğuşu esnasında, eski ilişkileri (gelenek) ortadan kaldırıp yeni ilişkileri (modern) ikame etme olarak anlaşılmıştır. Yeni ilişkilerin dayandığı zihniyet ise niyet-insanını devre dışı bırakıp kural-insanını gündeme taşımıştır. Çünkü geleneksel insan, niyetlerini (değerlerini) esas alan ve maslahata göre davranan ahlak-insanıdır; kurallar da değerlerle bağlantıları oranında dikkate alınırlar. Modern insan ise menfaate göre düşünür; bu açıdan kurallara uygun davranmayı esas alır; değerler bu kurallara dayandıkları oranda önemsenir. Bu durum, ahiret inancının yokluğuyla birleşince, dünyaya yönelik, dolayısıyla mutluluğu yalnızca bu dünyada gerçekleştirmeye çalışan salt hukuk-insanını ortaya çıkarır. Sonuçta değerlerin dışarıda bırakıldığı ve salt hukukun üstün kabul edildiği bir çerçeve oluşur. Ancak dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, salt hukukun üstünlüğü çerçevesinde dikkate alınan kişi, ancak ve ancak modern ilişki biçimini/biçimlerini kabul eden, kurallara uygun davranan kişidir; geleneksel ilişki/ilişkiler biçiminde ısrar eden, değerlerini esas alan kişi ise, siyah-adamdır (ahlak-insanı). Çünkü değerlerin olgusal veya işlevsel aklî kaynağı yoktur, tersine değerler menşelerini ya vahiyde/dinde ya da dinleşmiş ideolojilerde bulurlar. Bu açıdan din, salt hukukun üstünlüğü anlayışının hakim olduğu her yerde önce tasfiye, sonra tadil ve en nihayet tahrip edilir. Bu çerçevede modernleşme/batılılaşma, yani modern Avrupa’nın dünyaya medeniyet getirme savı, kendi ilişki biçimini hakim kılma ve tarihe bu çerçevede yön verme anlamına gelir. Bu ilişki biçiminin dışında kalmak, direnmek yani kısaca muhalif olmak gericilik (irtica) olarak damgalanır.
Türkiye, Batı Avrupa karşısında aldığı askerî yenilgiler üzerine girdiği batılılaşma macerasında, koruyacak bir şeye sahip olduğundan, daima, İsmet Özel’in deyişiyle ‘Konuşulamaz Türk’ olarak teklif sahibi olmaya çalıştı. O günden bugüne Türklerin modern Batıyla ilişkileri konuşulamaz ve konuşulabilir olma özellikleri çerçevesinde gelişti. Konuşulabilir olmak için sefirod kavramının yoğun olarak etkide bulunduğu Osmanlı münevveri, maziyi karaladı; geleceği ise kutsadı. Osmanlı münevverleri ayrıca, geleceğe ilişkin tasavvurlarına uygun olarak, sefirod kavramını geriye doğru işlettiler ve geçmişi de belirli bir gayeye göre değiştirmeye başladılar. Bu gaye, geçmişin gelecek tasavvuruna uygun, hatta ona destek olabilecek şekilde yeniden tanımlanması ve inşa edilmesidir. Bu durum, en iyi şekilde tarihî İslam ile gerçek İslam ayırımında kendini gösterir. Popüler düzeyde bu ayırım, İslam ile Müslüman ikilemine sebep oldu: Sorumlu gerçek İslam değil, bu gerçek İslamı anlayamayan Müslümanlardı. Aslında bu anlayış, dini bir idea olarak görüp hayattan, dolayısıyla tarihten uzak tutmaya ve dini kişinin vicdanına hapsetmeye çalışan zihniyetin bir izdüşümüdür.
Modernleşme öncesinde Türk dünyası, ortak bilinç durumunun temsil edildiği bir metafiziğe atıf yaparak maşerî [kamusal] vicdanını canlı tutuyordu. Bu metafiziğin iki yönü vardı: Şifahî olanı ki; Mevlid’le, Mızraklı İlmihal’le, Muhammediye ve Ahmediye’yle, Hz. Ali hikayeleriyle, Battal Gazi gibi efsanelerle yaşıyordu (Her ne kadar bu eserler yazılı ise de sözlü kültürün özelliklerine uygun şekilde yayılıyordu). Bu metafiziğin yazıya dökülmüş kısmını ise Kelam ilmi oluşturuyordu. Diğer bir deyişle Kelam, İslam dünyasında ortak maşerî vicdanın hesabını verdiği, nazariyata dayalı, yazılı İslam metafiziğidir. Bu iki yönlü metafizik yan yana değil, teşkik anlayışı gereği, üst üste duruyor; ikisi arasındaki irtibat ve kontrolü ulema sağlıyordu. Batılılaşma sürecinde sefirod mantığını ileri ve geri doğru işleten Osmanlı münevverleri ilk önce, bir taraftan hurafe diyerek şifahî vicdana, bir taraftan da dogmatik diyerek kelama saldırdılar. Hem de “mesâilin tağayyürü usulun tağayyürünü gerektirmez” kaidesini bildikleri halde. Böylece ulema ortadan kalktı; halk ile devlet arasındaki irtibat koptu. Bu iki şemsiye ile ulemanın tasfiyesi aydınlara, hatta bazı ulemadan kişilere geçmişi, gelecek tasavvurlarına uygun olarak tahrif etme, tanımlama imkanı verdi. Nitekim maşerî vicdanın her iki unsuru bugün Türkiye’de büyük oranda tasfiye edilmiş durumdadır. Ayrıca, yine bugün aydın kesiminin dinî anlayışı da, ulema tasfiye edildiğinden, nazariyata dayalı yüksek İslam değil; tek başına kaldığında, diğer bir deyişle yerinde olmadığında menfi görülebilecek halk İslamıdır.
Maşerî vicdanı olmayan bir toplumun ortaklaşa paylaştıkları bir geçmişi ve yine ortaklaşa ümit ettikleri bir geleceği yoktur; bu da kısaca ortak bir gayeleri bulunmadığını gösterir. Bir toplumun maşerî bir gayesi yoksa kendi içerisinde cepheleşir. Bu açıdan Türkiye’de halk arasında devamlı cepheleşmeye neden olan, bütün değişik renkleriyle aydınlar, bu milletin maşerî vicdanından, maşerî gayesinden kopan insanlardır. Bundan dolayı hepsi, topluma mal olmayan, kökleri ötede beride müphem bir iradenin biçimlediği, tayin ettiği birer cephe komutanıdır, kabile şefidir. Çünkü Türkiye’deki aydının mensubiyet duyduğu bir milleti yoktur. Millet olmadan kişi olunamaz. Küresel düşünmek, evrensel dert edinmek geniş düşünmek değil, yer-siz düşünmek demektir. Tersi ise bir yerden düşünmek, yer-li düşünmektir. Çünkü merkezi olmayan bir dairenin tanımı nasıl mümkün değilse, yeri olmayan bir düşüncenin tanımı da o kadar mümkün değildir. Aksi, küresel, evrensel gibi siyasî kavramları bilgi nazariyesine mal etmek demek olur ki bu yanlıştır. Çünkü bilgi, düşünce küresel, evrensel olamaz; olsa olsa tümel olur, genel-geçer vb. olur.
Kısaca dendikte, başta Türkiye olmak üzere benzer süreci yaşamış olan diğer Müslüman toplumlar dertlerinden ve sıkıntılarından kurtulacakları bir muhayyel gelecek tasarladılar ve bunu gerçekleştirmek için yalnızca mevcut olanı değiştirmekle kalmadılar; geleceği de bu muhayyel geçmişin muhtevasına uygun şekilde tanımlamaya çalıştılar. Günübirlik sıkıntılar değiştikçe muhayyel gelecek yeniden dizayn edildi. Bu yeni dizayna göre de geçmiş, tekrar ve tekrar tanımlanmaya çalışıldı. Bu nedenlerle bugün ne Türkiye’de yaşayanların, ne de diğer Müslüman toplumların kendilerine has ortak bir geçmişi, yani tarihi yoktur. Her bir toplum geçmişini, şimdiki sıkıntılarını ve dertlerini, çözmeyi düşündüğü muhayyel gelecek tasavvuruna göre değiştirip durmakta, sil baştan yeniden ama yepyeniden yazmaktadır.
Mirim Çelebî’nin deyişiyle “Akıl, hissî ya da aklî delili olmaksızın bir kavramın [olgu] varlığı hakkında yargıda bulunamaz”; bulunur ise olgu olmaz, vehim olur. Bu nedenle muhayyel gelecek tasavvuru bir vehimdi; bu vehme göre yeniden çeki-düzen verilen tarih/geçmiş de bir vehimdi. Geçmişi ve geleceği bir vehim üzerine kurulmuş İslam âleminin bugünü ise -işte- apaçık ortadadır (ama ne yazık ki vehim değildir). Çözüm önce geçmişin keşfi, sonra da geleceğin bu geçmişten hareketle yeniden inşasıdır. Rehber ise meşruiyetini değer dünyamızda bulan akıl ile aklın ürünü olan bilgidir; aklın yani bilginin Varlık üzerindeki tatbikatı da adalettir, erdemdir.
Paylaş
Tavsiye Et