Mustafa Kutlu
İstanbul: Dergah Yayınları, Eylül 2003
Kemal Tahir’in tercih ettiği imlâ ile “batılaşma” hareketi Türkiye’nin merkez olma vasfının kaybedilişinin ilanıydı. Böylece iki imparatorluğun başkenti olan İstanbul da önce Paris-Londra-Berlin üçgeninin, ardından New York’un taşrası olmaya rıza göstermek zorunda kaldı. Türkiye’nin merkez olma iddiasından vazgeçmesi hiç şüphesiz sadece İstanbul’u etkilemedi. Asitane’nin çevresi de, taşranın taşrası olmayı kabullenmek zorundaydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “Yeni Dünya Düzeni”nin şeytan olarak tanımladığı komünizme karşı Amerikan saflarında yer alan ve çok partili siyasî hayata geçen yeni Türkiye’de bütün imkan ve kaynaklar, başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde temerküz ettirilince köyler ister istemez tasfiye edildi, kasabalar güdükleştirildi. İşte Mustafa Kutlu’nun yine bir kasaba hikayesini anlattığı yeni kitabı “Tufandan Önce”de okumaya çalışacağımız Türkiye’nin manzarası budur...
Kutlu’nun hikayesinde kasaba bu minval üzere karşımıza çıkar. “Yokuşa Akan Sular” çoktan köprünün altından geçmiştir. O günden beri “Yoksulluk İçimizde”dir. Kutlu bir noktada “Ya Tahammül Ya Sefer” der ve ekler “Bu böyledir”. Bütün bunlardan sonra Kutlu’nun taşraya, daha doğrusu kasabaya yönelmesi ele alınmayı bekliyor. 2000 yılından beri aksatmadan her yıl okuyucu ile buluşan “Uzun Hikaye”, “Beyhude Ömrüm” ve “Mavi Kuş”un ardından bu sene de “Tufandan Önce”ye imza atan Kutlu, merkezini yitirdiği için artık taşra bile olamayan “kasaba” için “son bakışta aşk”tan kaynaklanan hüzünlü bir mersiye yazmakla yetinmiyor. Kasabanın kalan ahalisini bir temel atma töreninde buluşturarak, meteorolojik bir tufanla biten hikayesiyle, kasabayı hayatımızdan silip atan gerçek tufanın hikayesini dramatik ve ironik bir atmosferde canlandırıyor.
Yeni Siyasetin Politikacısı
Mustafa Kutlu, hikayesini Türkiye’nin siyasi ve sosyal fay hattına kurmuştur. Bu fay hattı kasabanın ‘yerlisi’ belediye başkanı Şemsettin Bilen ile ‘yerlisi olamayan’ iş adamı İdiris Güzel arasındadır. Bilen, yok olan bir politikacı tiplemesinin son örneğidir. Güzel ise iş bitirici yeni politikacı tiplemesinin tam teşekküllü bir örneği olarak karşımıza çıkar. Şemsettin Bilen çoktan mazide kalmıştır. Kasaba tarafından çok sevilir; zira kasabalının bir parçasıdır. Ancak hiç bir zaman umut ettiği milletvekilliği makamına ulaşamaz. “O bir halk adamı idi. Bu toprağın oğlu, normal yurdum insanı. Seviyor, seviliyor; büyükle büyük-küçükle küçük olmasını biliyor, kaç dönemdir başkanlığı yürütüyor. (...) Nasıl oluyorsa parsayı başkaları topluyor. Kasabadan kurtulup mebusluğa bir türlü adım atamıyor. Allem ediyorlar-kallem ediyorlar, şu belediye başkanlığını başına yıkıyorlar.”
Şemsettin Bilen’in siyasi kariyerinin bitmek üzere olduğu an Türkiye’nin geçtiği sert virajlardan biridir ve elbette her geçiş dönemi gibi o dönemin yeni yıldızlarının da doğmaya başlamasına şahit oluruz “Tufandan Önce”de. Kitabın “parlayan yıldızı” olan İdiris Güzel, muhacir olarak kasabaya gelmiştir ama ticari hayatı, giderek büyüyen sermayesiyle kasabaya sığmamaktadır. “Yeni Dünya Düzeni”nin büyüyemiyorsan önce küçülür, ardından da yok olursun anlayışının hükümferma olduğu bir dönemin eşiğinde, önüne çıkan engelleri aşmak için Türkiye koşullarında en çok işine yarayacak enstrümanı kullanmaya karar verir: Siyaset. İdiris Güzel, ticari başarısını pekiştirecek bu enstrümanı kullanmak için kasabayı bir basamak olarak kullanır. Rakiplerini alt etmek maksadıyla, kasabaya yapılmasını teklif ettiği tesisin en büyük takipçisi olur. Nitekim Kaymakam Çetin Bey kedisi Canan’la dertleşirken olan biteni veciz bir şekilde özetler: “Gören de memlekete hizmet ediyoruz sanacak. Düpedüz sahtekârlık. Birileri para, ötekiler oy toplayacak. Seçimler yakın. Bu tesisin çok geçmez kapısına kilit asılır. Ya da KİT’lerin kara delikleri arasında kaybolup gider. Hiç böyle bir yere, böyle bir tesis kurulur mu? Bir müdür, bir mühür ile dağ başlarına açılan okullara, üniversitelere benziyor. Fizibilitesi dahi şaibelidir. İdiris Güzel’in siyasi ve ticari istikbali için atılan bir adım. Adam etek ile para döktü. Birileri ziyadesiyle nemalandı. Açıkçası Canan, bir oyun bu. Ve bizler bu oyunda rol kesiyoruz. Belki de bu sebeple bu kadar ciddiyiz.”
Tesisin temel atma töreni kasaba ölçülerinde bir imaj kampanyası gibi hazırlanırken, temel atmanın nemalarını paylaşma mücadelesi de kesintisiz sürer. Kutlu, sadece taşranın değil, taşralaşan Türkiye’nin de kâh hazin, kâh ironik tablosunu hikaye boyunca ustaca yansıtır.
Bakan Bey ne kadar merasimin davetli bir misafiriyse, patlayan “tufan” da o kadar davetsiz bir misafirdir. Atılmış bir temel olarak kalmaya mahkum olacak tesisin töreninin üstüne patlar ve her şeyi altüst ederek bir anlamda her şeyin yerli yerine oturmasını sağlar. Ancak tufan bile İdiris Güzel’in global sermayeye dahil olmasına ve birer atlama taşı olarak kullandığı kasaba ve bir temel olarak bile kalamayan tesisi mazide bırakmasına engel olamaz. Hasılı kelam “Temel”, “bir fıkra kahramanı olarak aramızda dolaşıyor”dur ve dolaşmaya devam edecektir... Ne demiş Karl Marks? “Anlattığım senin hikayendir.” / Suavi Kemal Yazgıç
Tavsiye Et
Richard Falk
İstanbul: Küre Yayınları, Ekim 2003
“Hiçbir şey modern seküler duyarlılığı, dünya çapında dinin siyasî hayatın merkezine geri dönüşünden daha fazla sarsmamış, şaşırtmamış ve kızdırmamıştır”. Kitap bu giriş cümlesiyle başlıyor. Falk’a göre, aydınlanmanın vadettiği bilim ve aklın saltanatında bir dünya, bugün insanlık için bir temenniden çok bir kabusu çağrıştırıyor. Kitabın alt başlığını oluşturan İnsanî Küresel Yönetişim’de yer alan “insanîlik” vurgusu ise, yazarın ifadesiyle “araştırmanın merkezine değer eksenli kaygıların yerleştirilmesine yönelik” kasıtlı bir tavra dayanıyor.
Richard Falk’a göre, modern dönemde dinin dışlanmasına yol açan anlayış, Avrupa’nın Hıristiyan geçmişinden devraldığı olumsuz temellerin bir faturasıdır. Ancak dinin tarih boyunca tüm insanlığın sosyal inşasının en önemli ayağını oluşturduğunu görmek için Avrupa-dışı medeniyetlere bir göz atmak kâfidir. Modern dünya din/ler/in bu sosyal inşâcı ve özgürleştirici yanına muhtaçtır. Küreselleşme karşısında yeni bir soluk sağlayacak olan din, sadece örgütlü dinin inanç ve öğretilerini değil, tüm ruhanî bakış açılarını kuşatacak genişlikte ele alınmalıdır.
Falk, bu eserinde de tabandan küreselleşme (ulusaşırı sivil girişimler/kadınlar/yerli halklar/insan hakları/çevre korumacılar) ile tepeden küreselleşme (ulusaşırı şirketler/bankalar/devletler) arasındaki farka vurgu yapıyor. Tabandan gelen küreselleşmenin, sivil özellikleri barındırıyor olması dolayısıyla, tepeden küreselleşmenin ekonomistik dayatmalarına her zaman tercih edilmesi gerektiğinin altını çiziyor.
Yazara göre, kaynağını doğrudan ya da dolaylı olarak dinden alan tüm alternatif çıkışlar cesaret vericidir. Bunların küresel yaygınlık kazanmasını beklemek ise bir rüya. Yine de Falk, dünyayı mevcut haliyle kabullenmek kabusundansa, bu rüyayı görmeye devam edeceğini belirtiyor. / Akif Demirci
Tavsiye Et