DÜNYA ekonomisinde son dönemdeki tüm temel veriler küresel finansal sisteme hâkim olan spekülatif düzenin muhkem bir duvara doğru ilerlediğini gösteriyor. Tasarruflar ile yatırımlar arasında köprü işlevi görmesi öngörülen mali sektörün reel ekonomiden kopuk, sanal ve kuralsız dünyasındaki sınırsız büyüme imkanları doğal sınırlarını çoktan aşmış bulunuyor. “Gölge bankacılık”, “menkul kıymetleştirme”, “yapılandırılmış yatırımlar” ve “türev piyasaları” gibi üretim-ticaret-bölüşüm süreçlerinden izole kavram ve araçlarla dünya piyasalarını entegre bir kâr arenasına çeviren finansal kapitalizmin aktörleri ve siyasi destekçileri de artık “yolun sonu” türküsüne kerhen eşlik ediyor. Usturuplu ancak ortalama vatandaş tarafından anlaşılmayan teknik ifadelere hiç sapmadan bunun anlamı, orta vadede küresel ekonomik sistemin sınırsız büyüme önceliğinden, tedricen istikrar ve dengeli büyüme önceliğine doğru kayacağı gerçeğidir. Zaten 1970’lerden bu yana tutarsız bir uluslararası makroekonomik politika çerçevesi ile finansal liberalleşme ajandası, hâkim siyasi güçlerin etkileri yüzünden bir arada yürütülüyordu. II. Dünya Savaşı’nın paslı tortularını taşıyan Bretton Woods yönetişim sisteminin kısmen reforme edilip dalgalı kurlar ve finans hareketlerinin serbestleştirilmesi ile oluşturulan “küresel arbitraj” ya da “rantiyer” rejimi ile İMF-Dünya Bankası eliyle sürdürülen neoliberal idari yapılandırma paradoksal bir biçimde iç içe gelişti. Bir yandan sözde serbestlik söylemleriyle ulusal piyasalar küresel finansal gazinonun içine alınıp faiz/kur farklılıklarından doğan arbitraj rantları desteklenirken, diğer taraftan ulusal para-maliye politikalarının manevra alanı daraltılıp gelişmekte olan ülkelerde ‘kalkınma’ kavramı politika gündeminden çıkarıldı. Hızla küreselleş(tiril)en piyasalarda sofistike manevralarla kurlar ve faiz hadlerindeki anlık değişimler temelinde geometrik olarak büyüyen yeni finansal burjuvazi için “liberalizasyon, özgürleştirme” ana prensipler olurken; “gazino kapitalizmi”nin olumsuz etkilerinden ve krizlerden yurttaşlarını korumak isteyen devlet otoriteleri “bürokratik engel” olarak nitelendi. Böylece, başat piyasa aktörlerine sınırsız özgürlük talep ettiği halde, özellikle yükselen piyasaların denetleyici birimlerini uluslararası kurumlar eliyle deregülasyon baskısı altına alan ve kısaca “Washington Konsensüsü” diye bilinen otoriter bir küresel paradigma oluştu.
Ancak bu paradigmanın içindeki yaman çelişkiler ve derin tutarsızlıklar öylesine hızla büyüdü ki, artık geminin her tarafında oluşan deliklerden hızla su almakta olduğunu gizlemek mümkün değil. Neoliberal paradigmanın iflasında hem küresel liberalizasyon siyasetinin hem de köhne Bretton Woods yönetişim yapısının eş zamanlı olarak tükeniş sürecine girmeleri önemli rol oynadı. Antonio Gramsci’nin dediği gibi tam teşekküllü bir ‘hegemonya’nın sürekliliğini sağlayan en önemli özelliği, hegemonik güç tarafından yönetilenlerin iyimser bir düzen tasavvuruna sahip olmaları ve düzenin kurucu unsurlarını adilane yöneticiler olarak görmeye devam etmeleridir.
Geldiğimiz noktada hem küresel finansal sistem, hem de dünya ekonomisinin yönetişimi ile yetkili kılınan kurumsal mimaride devasa bir meşruiyet erimesi yaşandığı çok açık. ABD ve savaş sonrası ekonomik düzenin mimarları tarafından stratejik ortak olarak görülen başlıca piyasa aktörleri kendilerine tanınan serbestiyet alanını -doğal kapitalist eğilimleri doğrultusunda- istismar ederek öylesine kontrolü zor bir spekülatif alan oluşturdular ki, artık sadece yükselen piyasalar değil, merkez piyasalar da kalıcı bir finansal kriz tehdidi ile karşı karşıya.
ABD’deki sub-prime (yüksek riskli) mortgage krizi ile başlayıp bankacılık sektöründeki sıkıntılar ve kredi sıkışması ile devam eden ve büyük merkez bankalarının kapsamlı müdahalelerine rağmen önlenemeyen kriz dinamiklerinin en azından kısa vadede devam edeceği kesin. Ancak konjonktürel kriz önlense bile bu sıkıntılı dönem küresel likidite bolluğu üzerinde sörf yaparak kontrolsüzce büyüyen mali piyasaların kırılganlıklarını açıkça ortaya koyması sebebiyle sistemde yapısal bazı değişiklikleri de tetikleyecektir. İnsanların en temel ihtiyaçlarından ‘barınma’yı karşılayan mortgage piyasasının saygın görülen şirketlerce ucu bucağı belli olmayan finansal manipülasyonlara kaynaklık ettiğinin görülmesi; bunun yanında bir de büyük yatırımcıların gizlilik ilkesi çerçevesinde rağbet ettiği hedge fonların bir muamma oluşturması sistemde ciddi bir reform ihtiyacını gözler önüne serdi. Önümüzdeki dönemde, kısa süreli finans hareketlerinin denetlenip vergilendirilmesini içeren James Tobin’in radikal önerileri mertebesinde olmasa dahi, finansal burjuvazinin agresif kâr realizasyonu güdülerini destekleyen “sınırsız serbestiyet” söyleminin zamanla zemin kaybedeceğini tahmin etmek zor değil.
Buna paralel olarak Bretton Woods sistemi’nin reforme edilmesi ya da “küresel finansal mimari”nin kökten yeniden yapılandırılması yönünde gelişmekte olan ülkelerden uzun zamandır gelen çağrıların somut kurumsal adımlar ile ete-kemiğe bürünmesi de kuvvetle muhtemel. Bu bağlamda son dönemde ortaya çıkan en önemli gelişme hiç şüphesiz yedi Latin Amerika ülkesinin Aralık ayında bir araya gelerek “Güney Bankası” (Banco Del Sur) adında bir bölgesel kalkınma bankası kurma anlaşmasına imza koymaları oldu. Venezüella lideri Hugo Chavez’in fikir babalığını yaptığı Banka, önemli bölgesel aktörler Brezilya, Arjantin, Uruguay, Paraguay, Ekvator ve Bolivya’nın da katılımı ile Latin Amerika’daki sol ittifakın, ABD etkisi ve İMF’ye ideolojik cevabı olarak algılandı.
Bretton Woods kuruluşlarının Latin Amerika’da Asya Krizi’nden bu yana devam eden kredibilite kayıpları ve artan bir yaygınlıkla “yeni-emperyalizm”in öncü güçleri olarak nitelenmeleri, bölgesel öncelikli bir kalkınma bankası olarak Banco Del Sur’un başarı şansını arttıracaktır. Tüm yerel hesaplar bir tarafa bırakıldığında Banco Del Sur tecrübesinin en önemli katkıları savaş sonrası dönemde İMF ve Dünya Bankası tarafından tekelleştirilerek köreltilen kalkınma finansmanı alanının rekabete açılması, dünyanın diğer bölgelerinde benzer girişimlerin cesaretlendirilmesi ve neoliberal politika çerçevesinin dışında sosyal öncelikleri daha ağırlıklı bir kalkınma paradigmasının gündeme taşınması olacaktır.
Sözün özü şu ki, neoliberal ortodoksi hem teorik hem pratik hem de yönetsel olarak çok boyutlu bir tehdit altında. Ama tehdit edilen ortodoksi, ortodoks karakterini; tehdit edilen hegemonya da hegemonik niteliğini çoktan kaybetmiş değil midir zaten?
Paylaş
Tavsiye Et