Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2008) > Topluyorum > Ortadoğu kaynarken…
Topluyorum
Ortadoğu kaynarken…

 

Ağustos ayı, yalnızca havaların değil, aynı zamanda Türk siyasetinin de hararetlendiği bir ay. Hatırlarsanız özellikle Şemdinli olayları sonrasında yapılan siyasî analizlerin birçoğu bir yandan cumhurbaşkanlığı seçimlerini, bir diğer yandan da Ağustos ayında yapılacak genelkurmay başkanlığı atamasını işaret ediyor, yaşanan pek çok kriz bu iki gelişmeyle ilişkilendiriliyordu.
Neden ilişkilendirilmesin ki? Ağustos ayında genelkurmay başkanı olarak atanmasına kesin gözüyle bakılan Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt, Şemdinli olayının hemen ardından, olaya karışan ve geçtiğimiz günlerde 39 yıl hapse mahkûm edilen Ali Kaya’yı kolladığı izlenimi veren bir beyanatta bulunmuştu. Bunun üzerine gözler Büyükanıt’a çevrilmişti.
Evet, hakkında birçok spekülasyon yapıldı ve söylediğim gibi iç siyasette ortaya çıkan krizler bir biçimde Büyükanıt’ın genelkurmay başkanlığı süreci ile ilişkili görüldü. Ağustos ayında iç siyasetin tıkanma noktasına geleceğini söyleyenler bile oldu. Senaryoya göre hükümet, Yaşar Büyükanıt’ı genelkurmay başkanı olarak görmek istemiyordu. Ne var ki, hiçbir tıkanma ya da kriz olmadan ay başında Büyükanıt genelkurmay başkanı olarak atandı. Üstelik hükümet, alışılagelenden farklı bir biçimde YAŞ kararlarını beklemeden Bakanlar Kurulu kararı çıkardı ve bu karar cumhurbaşkanı tarafından hızla onaylandı.
Bunda şaşılacak bir şey yok. Hükümet konuyu Bakanlar Kurulu’nda karara bağladıktan sonra, YAŞ kararlarını beklemekle yükümlü değil.
Sen siyaseti yalnızca yazılı kurallar üzerinden yürüyen bir mekanizma olarak görüyorsun zaten. Siyaset aynı zamanda ve çok daha fazla teamüller üzerinden yürür.
Aslında, bir gazetenin olayı “krize karşı erken atama” olarak nitelemesi durumu açıklıyor.
Açıkçası Org. Büyükanıt’ın genelkurmay başkanı olarak atanması ile birlikte radikal değişimler beklemek ya da bunlardan endişe etmek çok anlamlı değil. Bugüne kadar Türkiye’de muhafazakârlar genelkurmay başkanlarından ya çok çekindiler ya da onlardan çok şeyler beklediler. Muhafazakârların büyük çoğunluğu 28 Şubat sürecinde Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun genelkurmay başkanı olmasını şenlik havasında karşılamış, onun “müspet”liğinden dem vurmuş, sonuçta Türkiye, bu süreçte “irtica” paranoyasına muhatap kaldı. Bakın TSK bir süredir yeni bir yapılanma içerisinde. Bu yeni yapılanma son birkaç yıldır TSK içerisinde ciddi bir gerilim nedeniydi. Bu gerilim birçok tasfiyeyi de beraberinde getirdi. Burada “yenilikçi” kanadın temsilciliğini Org. Özkök yapıyordu. Yeni Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt da bu “yenilikçi”lerden biri. Bakın, Özkök döneminde temel çerçevesi çizilen bu reform projesi, önümüzdeki günlerde Org. Büyükanıt eliyle uygulamaya konacak. Dolayısıyla, mevcut tartışmayı sözde AKP-ordu gerilimine ya da demokrasi-militarizm çatışmasına sıkıştırmak bizi bir yere götürmez.
Ayrıca Türkiye’de ordunun ne toplum tasavvuru, ne siyasete bakışı, ne de Batı ile ilişkilerin nasıl yürütüleceğine ilişkin yaklaşımları genelkurmay başkanının tavrına göre belirlenmez. Türkiye’de ordu 1948’deki askerî modernleşme programından sonra aşamalı olarak iç siyasette daha etkin bir konum elde etti ve siyasal denklemin hiç kuşkusuz en önemli unsurlarından bir tanesi olarak öne çıktı. Batılı modernleşme programcıları Türkiye’nin Batılılaşmasının garantörü olarak silahlı kuvvetleri gördüler ve ona destek vermekten hiç çekinmediler.
1 Mart Tezkeresi sonrasında Paul Wolfowitz de orduya ilişkin sitemini dile getirirken, “biz sizi hep destekledik, siz bize bu hassas dönemde gereken desteği vermediniz” mealinde sözler söylemişti ki, bu sözler bu bağlamda daha anlamlı bir hal alıyor.
Ancak yine de, hükümet ve yeni Genelkurmay Başkanı arasında bir mutabakata varıldığı da çok açık. Bu mutabakatın hangi düzlemde yürüdüğünü ya da yürüyeceğini ise önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz. Ne var ki, bu mutabakata rağmen aslında Türkiye’de siyaset durulmuş değil.
Buradan sözü Lübnan sorununa getirmek istiyorsun anlaşılan.
“İsrail sorunu” diyecektin herhalde…
Evet doğru söylüyorsun. İsrail Güney Lübnan’ı tam bir harabeye çevirdi. Geçtiğimiz bir ay içerisinde hiçbir savaş hukukunu tanımadan, çocuk, kadın, hasta, yaşlı demeden binlerce hayatı söndürdü.
İsrail’in Lübnan’daki sivillere dönük katliamlarından sonra hâlâ herhangi bir savaş tazminatına çarptırılmamasını hazmetmek mümkün değil.
Bırak tazminatı şu ana dek İsrail, Lübnan’da yarattığı yıkım ve işlediği savaş suçları dolayısıyla, “uluslararası toplum” tarafından kınanmadı bile. Bu nedenle “uluslararası toplum” her şeyden önce bunun hesabını vermeli.
Peki, BM’nin bölgeye barış gücü gönderme kararını nasıl değerlendiriyorsun? Bu “uluslararası toplum”un duyduğu rahatsızlığı ele vermiyor mu sence?
Birleşmiş Milletler Geçici Barış Gücü (UNIFIL) zaten bölgedeydi. BM Güvenlik Konseyi, 1701 sayılı kararla ateşkes ilan ettikten sonra bölgedeki geçici barış gücünde görevli askerlerin sayısını iki binden on beş bine çıkarma kararı aldı.
Ve bu kararla Hizbullah’ın tüm saldırılarına ve İsrail’in Lübnan’a dönük askeri harekâtına son vermesi çağrısında bulunuldu. İsrail hükümetinden Güney Lübnan’daki bütün askerlerini çekmesi istenirken Hizbullah’tan İsrailli askerleri şartsız serbest bırakması talep edildi.
Ancak söz konusu kararın hiç kuşkusuz en kritik yönü, Lübnan devletinin bölgedeki otoritesinin sağlanması amacıyla, ülkedeki tüm silahlı grupların silahsızlanması çağrısı. Silahsızlandırma işini ihale etmek istedikleri aktör de BM Geçici Barış Gücü. Bunun yanında bir diğer kritik nokta ise, Lübnan’a, Lübnan hükümetinin yetkisi dışında hiçbir silah satışının yapılmaması ve askerî eğitim verilmemesi zorunluluğunun getirilmesi. Tabii ki, bu İsrail’in hoşuna gidiyorken, Hizbullah’ın kesinlikle kabul etmeyeceği bir durum. Bir de bu karar İsrail’in Hizbullah’ı tehdit olarak görmeye devam ettiği müddetçe çekilmek zorunda olmadığını vurguluyor. Bir diğer nokta da, İsrail kendisini güçlü hissedip ABD desteğiyle yeni operasyonlara karıştığında pratikte mevcut BM güçlerinin İsrail’e yaptırım uygulayamayacağı. Bunun en somut örneği İsrail, daha önce BM’nin 242 numaralı kararına uymayıp, 1967 öncesi sınırlarına geri çekilmediğinde yaşandı.
Kofi Annan’ın son açıklaması UNIFIL’in Hizbullah’ı silahsızlandırma gibi bir misyonunun olmayacağı yönünde.
Yine de bu noktada ciddi belirsizlikler ve tutarsızlıklar olduğunu kabul etmelisin. Bunun nedeni de bence BM üzerinden verilen uluslararası iktidar mücadelesi. Bir taraf, UNIFIL’i bu işte kullanmak istiyor, diğer tarafsa bunun ciddi çatışmalara sebebiyet vereceğini düşünüyor. Tıpkı 1982’de Lübnan’a konuşlanan BM Barış Gücü gibi. Orada da ABD’nin tavırları nedeniyle tam bir kaos yaşandı ve tüm güçler birbirine girdi.
Açıkçası bu asker gönderme konusunda ben hâlâ hükümetin çok ısrarcı olmasını anlayabilmiş değilim.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, İspanya, İtalya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerin asker yollayacağını bildirdiğini hatırlatarak “biz buralarda yüzyıllarca hüküm sürmüş bir devletin mirasçısı olarak, üstelik de Ortadoğu'nun en güçlü, en sağlam devleti olarak bu işin dışında kalırsak ciddi bir prestij sorunu yaşayabiliriz. Orada olmamız herkes açısından doğru bir hareket olacaktır” diyor.
Dikkatinizi çekerim, özellikle Fransa ve İtalya bölgedeki emperyalist çıkarları doğrultusunda hesaplar yapıyor ve mevcut barış gücünün komutasını ellerine geçirmeye çalışıyorlar. Bu bağlamda zaten bu iki ülkenin bölgede ciddi ekonomik çıkarları söz konusu. Tabii, Almanya’yı da unutmamak gerekiyor. Irak Savaşı döneminde söz konusu emperyalist devletlerin çıkar çatışmalarını ayan beyan görmüştük. Fransa sırf bu çıkarları dolayısıyla ABD’nin Irak’a savaş açmasına karşı çıkmıştı. Halihazırda Türkiye’nin bölgeye duyduğu ilgiyse çok farklı bir kaynaktan neşet ediyor. Bu noktada “tarihsel miras” yaklaşımı ve “hâmi devlet” yaklaşımı hiç de gerçekçi bir açıklama değil. Türkiye, buraya asker göndermek istiyorsa bu, önemli oranda PKK’ya karşı operasyon yapma vizesini almak istemesiyle alakalı. Türkiye, bu arada el çabukluğuyla PKK meselesini halletmek istiyor. Bu ise hiç gerçekçi bir beklenti değil. Ama belki de Türkiye, Hizbullah’ı terörist örgütler statüsünde değerlendirirse buna karşılık olarak PKK’nın bazı sığınaklarını bombalamasına göz yumulabilir.
Ayrıca ne Amerika, ne de İngiltere bu barış gücü içerisinde yer almak istiyor. Her şeyden önce bu iki ülkenin BM çatısı altında buraya asker göndermesi bölgede büyük bir gerginlik oluşturacak. Şu anda Fransa, İtalya, Bangladeş, Malezya, Endonezya, İspanya, Belçika, Polonya, Finlandiya ve Nepal bölgeye asker göndereceğini açıkladı. Ancak İsrail, kendisini tanımayan hiçbir devletin askerini orada istemiyor. Bildiğiniz gibi ilk kez 1982 yılında ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya BM çatısı altında bölgeye asker gönderdiler. İki sene burada kalan “barış gücü” burada savaşa girmek ve sonunda da geri çekilmek zorunda kaldı. Amerika bölgede kendi hesapları çerçevesinde İsrail’le birlikte hareket etmiş ve ne İngiltere’nin, ne de Fransa’nın beklediği operasyonlara girmişti. Bu nedenle dönemin İngiltere başbakanı Thatcher, “net hedefler” olmadan böylesi maceralara girişmenin anlamsız olduğunu ifade etmişti. Şu anda aynı maceraya Türkiye girmek üzere.
Ben bu bakış açısına itiraz ediyorum. Türkiye, kendi ayakları üzerinde durabilen bir devlettir ve uluslararası alanda kendi ad ve hesabına politika üretebilme kapasitesine sahiptir.
Buna katılıyorum. Ancak, bugüne kadar Türkiye, yönünü Batı’ya çevirmeyi tercih etti, Ortadoğu’ya sırtını döndü. Bu durum ister hoşumuza gitsin, ister gitmesin ama Büyük Ortadoğu Projesi’ni göz ardı ederek son dönemde Türkiye’nin bölgede artan etkinliğini anlamamız mümkün değil. Ve hâlihazırda Türkiye’nin Lübnan’a asker gönderme durumu ABD’nin taleplerinden bağımsız değil.
Bir kere Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesine “Amerika asker göndermemizi istiyor” diye karşı çıkmak hiç de anlamlı değil. Sonuçta Amerika’nın ve İsrail’in bölgedeki projesi açmazlarla karşı karşıya. İsrail Hizbullah’a savaş açtı, onu yok etmek istedi; ancak başaramadı. Aksine bu savaştan Hizbullah büyük bir özgüven ve toplumsal destekle çıktı. Nasrallah figürü, bölgede bir kahraman olarak alkışlandı. Uluslararası alanda bir siyasal aktör olarak kabul görmeye başladı Hizbullah. Bu savaştan ağır darbe alan İsrail oldu. “Yenilmez İsrail ordusu” miti çöktü. Her şeyden önce güvenlik duvarının ne kadar safsata bir “güvenlik aracı” olduğu ortaya çıktı. İsrail toplumu, büyük bir korku psikolojisine mahkûm edildi. Toplumda güvenlik endişesi öyle bir noktaya geldi ki, İsrail hükümetine verilen destek yüzde kırkın altına düştü. Sizce İsrail başladığı işi bitirebilseydi ve Hizbullah’ı çökertebilseydi, o takdirde bölgeye BM gücü davet eder miydi? Esasında kendi söküğünü, başkasına diktirme girişimi bu İsrail’in.
Bu söylediklerine kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum. Ancak, bunların hiçbirisi Lübnan’a niçin asker göndermek zorunda olduğumuzu açıklamıyor. Aksine niçin asker göndermememiz gerektiğini açıklıyor. İsrail bu noktaya kadar kaybetti. Elbette Amerika da ciddi bir itibar kaybına uğradı İsrail ile birlikte. Ancak önemli olan bundan sonra ne olacağı. Amerika ve İsrail bundan sonrası için Birleşmiş Milletler üzerinden Hizbullah’ı devre dışı bırakmak istiyor. İsrail ise, zaman kazanmak arayışında. Bu sürede yapmak istediği iki şey var: Birincisi, Hizbullah’ın bir terör örgütü olduğu konusunda bir uluslararası konsensüs oluşturmak ve ikincisi de bu süreçte Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını sağlamak. Bir de İsrail’in tam bu ortamda 1 milyar 170 milyon dolara Almanya’dan nükleer savaş başlığı taşıma kapasitesine sahip iki adet yeni denizaltı satın aldığını ve böylece nükleer denizaltılarının sayısını beşe çıkardığını da unutmamamız lazım. Türkiye’nin BM çatısı altında bölgeye asker göndermesi böylesi bir konjonktürde akıl almaz bir iş olacaktır.
İyi de bu, sorumluluktan kaçmak anlamına gelir. Eğer Türkiye, bugün Lübnan’a asker göndermezse o takdirde 1 Mart sonrasındaki dış politikasını inkâr etmiş olur.
Bu inkârı, bir söylentiye göre geçtiğimiz günlerde “başımıza ne geldiyse 1 Mart tezkeresinin geçmemesinden geldi” diyen başbakan zaten etmiş oldu.
Bu arada Hizbullah’ın Türkiye’yi davet ettiğini göz ardı etmeyelim lütfen. Türkiye’yi UNIFIL içerisinde görmekten memnuniyet duyacağını açıkladı Hizbullah.
Evet, bir gazetemiz de son derece talihsiz bir biçimde Hizbullah’ın ağzından Türk askerlerini kastederek “Ehlen ve Sehlen” manşeti attı. Ben bu manşet de dâhil olmak üzere, Hizbullah’ın Türkiye’yi istediği yönündeki haberleri Türkiye’deki muhafazakâr ve İslamcı kamuoyunu ikna etmeye yönelik bir projenin parçası olarak görüyorum. Bir kere şunu atlıyoruz. Hizbullah, ısrarla silahsızlanmayacağını açıklıyor. Amerika ise BM üzerinde baskı oluşturarak barış gücünün Hizbullah’ı silahsızlandırmak amacıyla kullanılmasında ısrar ediyor. Bu durum potansiyel bir çatışmayı haber veren, ciddi bir gerilim alanına karşılık gelmekte.
Bu süreç risksiz değil; ancak eğer Türkiye bugün Lübnan’a asker göndermezse, bölgede üç yıldır sürdürdüğü aktif diplomasi hamlesinden vazgeçmiş olacak. Onca uğraş, onca çaba boşa çıkacak.
Asker göndermekle diplomasi arasında kurduğun irtibatı bir türlü anlayamıyorum. Türkiye’nin oraya kendi iradesiyle asker gönderdiğini söylemek zor. Türk askerleri BM çatısı altında son derece riskli bir bölgeye gidecek ve sıcak çatışma ihtimaline de her zaman açık olacak.
Ama Türk askerleri muharip güç olarak gitmeyecekler ki.
Madem öyle o zaman neden askerler gidiyor. Kızılay ya da İHH gitsin. Zaten onlar da gidiyorlar bildiğim kadarıyla.
Türk askerleri barış gücü olarak gidecekler oraya ve orada İsrail’in açtığı yaraları saracaklar.
Kusura bakma ama bu çok safça bir değerlendirme oldu. Her şeyden önce İsrail’in Lübnan’a ve Hizbullah’a karşı başlattığı savaşın iki İsrail askerinin kaçırmasıyla ilgisi olmadığı, bunun daha önceden planlanmış bir operasyon olduğu konusunda anlaşalım. Hizbullah ilk defa İsrail askeri kaçırmıyor. Hizbullah defalarca İsrail askeri kuvvetlerini kayba uğrattı. İsrail’in askerî mühimmat depolarını defalarca havaya uçurdu. Tabir caizse, yıllardır Hizbullah İsrail’in tepesinde. İsrail ve ABD, Hizbullah’a dönük böylesi bir saldırı planı üzerinde çok daha önceden durdular ve bunu karara bağladılar. Çünkü ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme planı çerçevesinde İran ve Suriye’yi kontrol altına alması gerekiyor. Bu noktada bölgenin en dinamik gücü konumundaki Hizbullah’ın tasfiyesi hayati bir önem arz ediyor.
Amerika ve İsrail’in Hizbullah’ı bölgeden kazıması hiç de kolay değil. Hizbullah, her şeyden önce İsrail’e karşı verdiği mücadele nedeniyle Lübnan halkının benimsediği ve aynı zamanda Lübnan siyasetinin en dinamik unsuru olarak öne çıkan bir örgüt. Hizbullah sadece askerî bir örgüt de değil; okulları, yardım kuruluşları, hastaneleri vs. var. Hizbullah, içerisinden çıktığı toplumun sorunlarına duyarlı bir oluşum olması hasebiyle Lübnan halkı tarafından seviliyor ve benimseniyor. Aynı zamanda örgütün siyasal kanadının Lübnan hükümetinde de iki bakanı bulunuyor.
Peki bizdeki asker gönderme tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsun
Aslında Türkiye’de iktidar ve muhalefet çevreleri içerisinde süregelen tartışma asker gönderme ya da göndermemekten çok, bunun şekli ile alakalı gibi geliyor bana. Esasında Türkiye’nin refleksi genelde “uluslararası toplum”un, eski deyimle “hür dünyanın” her talebine olumlu yanıt vermektir. Ancak, bu sefer durum daha farklı. Bir kesim, asker gönderdikten sonra Türkiye’nin İsrail’in safında yer almamasını, tam bir arabulucu olarak algılanmasını istiyor.
Hükümet yani.
Evet. Bir başka kesim ise, Türkiye’nin Hizbullah’ın safında yer almamasını ve hatta İsrail’in ve Amerika’nın bölgedeki çıkarlarını öncelemesini arzu ediyor. Bu nedenle devletin üst kademesinde bu kadar derin bir çatlak var. Aksi takdirde Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesine karşı çıkan devlet erkânımızın Afganistan’a asker göndermemize niçin karşı çıkmadığını açıklamak çok zor olurdu. Bir kesim ise Türkiye’nin her halükarda bölgeye asker göndermesi gerektiğini, bunun bir sorumluluk olduğunu ifade ediyor. Ancak bu zevat için sorumluluğun kime karşı hissedildiği sorusu son derece önemli. Onlar, her zaman olduğu gibi “hür dünya”ya ve onun Ortadoğu’daki temsilcisi İsrail’e karşı bir sorumluluk hissediyorlar, yoksa parçası olduğumuz İslam coğrafyasının mazlum insanlarına karşı en ufak bir sorumluluk hissettikleri yok. Türkiye’de her ne pahasına olursa olsun “asker gitsin” türküsü tutturanlar, aslında kendilerince 1 Mart Tezkeresi’nin rövanşını almak arzusundalar.
Esasında Cumhurbaşkanı’nın temsil ettiği “orada ne işimiz var” yaklaşımı da “irticayla mücadele” konsepti ile birlikte düşünüldüğünde anlam kazanıyor. Sayın cumhurbaşkanı ve CHP, laik ve çağdaş Türkiye’nin Ortaçağ karanlığını temsil eden bir “irtica partisi”nin yanında yer alamayacağımızı hatırlatıyorlar bize.
Bunlar bana 1930’lar Türkiye’sinin ironik evrenselcilik arayışlarını hatırlatıyor.
Bir de biz Cumhurbaşkanı’nın “yabancı ülkeleri korumak zorunda değiliz” sözüyle “Lübnan”ı kastettiğini varsaydık. İsrail’i kastetmiş olamaz mı?
Sanmıyorum ama düşünülebilir tabii ki.
İzninizle ben tartışmayı bir başka noktaya çekmek istiyorum. Bugünlerde tek tek muhatap olunduğunda ucuz magazin haberciliğinin yeni ürünleri kabilinden görülebilecek, ancak bir araya getirildiğinde yeni bir gündem yaratma arzusunu yansıtan haberlerle karşı karşıya kaldık. Biraz da bu durumu konuşalım, kod çözelim.
Plajlara doluşan haşemalıların yarattığı “gayri estetik” görüntü, “dinciler”in kendilerine ayırdıkları ve vatandaşı men ettikleri sahil şeritleri, “haşemalı” erkek ve kadınların “bikinili kız”a saldırması haberleri geldi önce. Bir yönüyle, bundan elli altmış yıl önce “halk plajlara hücum etti, vatandaş denize giremedi” manşeti atmış bir basının, değerlerine ve geleneğine ne kadar bağlı olduğunu gösteren, bir yönüyle de toplumsal alanda bir “dinci-laik” çatışması yaşandığı izlenimi vermeye çalışan haberlerdi bunlar. Ardından içerisinde pompalı tüfeklerin bulunduğu “Rufai tarikatı”nın rejim karşıtı kampı, işkenceci şeyh haberleri, annesini öldüren kızın odasında bulunan “Namaz İlmihali” kitabı, “ilerici imam”ların nasıl “çağdaş Müslüman” olunabileceğine ilişkin mesajları, Milli Eğitim Bakanlığı’nın dinci yayınlara verdiği sözde destek vb. haberler de yine bu ay gündemimizi işgal etti.
Bu başlıklar bana 28 Şubat öncesinde yapılan bir dizi benzer haberi çağrıştırdı. En azından şunu rahatlıkla söylemek mümkün ki, merkez medya bir kampanya yürütüyor
Haber tekniği açısından bakıldığında, çalakalem hazırlanmış, tutarsız ve kötü işlenmiş bu haber metinleri, Türkiye’nin laik bir cumhuriyet olduğu, irticanın yeniden hortladığı, çağdaş insanlara hayat alanı bırakılmadığı ve sorumlu mercilerin bir an önce duruma el koyması gerektiğini işliyorlar esasında.
Garip olan ne biliyor musunuz? Düzey öyle bir düzey ki, benim ilkokul birinci sınıfa giden oğlumu ikna etmek için kullanılan semboller ve argümanlar ne ise, beni ikna etmek için de aynılarını kullanılıyor.
Esasında problem, Türkiye’deki hâkim siyasal elitin Batıcı modernleşme tanımından kaynaklanıyor. Farklı modernleşme pratiklerine hiçbir tahammülleri yok bunların.
Bu parodi ne kadar sürecek bilemiyorum ama Türk toplumsal gerçekliğinden uzak, siyasal alanı kendi ideolojik baskı mekanizmaları ve kısır gündemleri ile esir tutan bu yaklaşımlardaki tepeden inmeci doz, bütün dinamizmimizi baltalıyor. Bunun hesabını kim verecek? Bu memleketin toplumsal enerjisini manipüle edenler bunun neye mal olduğunu görmüyorlar mı?
Arkadaşlar bence fazla abartıyorsunuz. Merkez medyada çıkan bu haberler hiçbir toplumsal karşılık bulmuyor. Hatırlayın, 28 Şubat öncesinde birkaç ucuz senaryoyla topluma bir “rejim endişesi” yaşatmışlardı. Ancak şu anda bu kampanyaların hiçbir toplumsal karşılığı yok.
Zaten toplumsal karşılık bulsun diye yapılmıyor. Siyasal karşılık bulsun diye yapılıyor ve Türkiye’nin Batıcı seçkinleri nezdinde siyasetin tanımı içerisinde toplumsal alanın yeri olmadığı için “zinde güçler”in dahline davetiye çıkarılıyor. O nedenle ben birkaç gün önce devir teslim töreninde yeni Kara Kuvvetleri Komutanı’nın ve yeni Genelkurmay Başkanı’nın irticanın hortladığı yönündeki açıklamalarını ve TSK’nın kesinlikle bir “taraf” olduğu yönündeki sert uyarılarını bu çerçevede değerlendirmekten yanayım. Bence medya üzerine düşeni yaptı ve yeni kadrolar için birçok “cici” malzeme topladı.
Evet, bir “bıktıran senaryo” daha diyelim ve oturumumuzu kapatalım.

Paylaş Tavsiye Et