Amerikan Basını
Çeviri: Burcu Anatay
Hillary Clinton’ın ABD’nin yeni seçilen başkanı Barack Obama’nın dışişleri bakanı olacağı ilk açıklandığında, en çok şu iki yorumun yapıldığı görüldü: “Rakipler ekibi” ve “Dostlarınızı yakınınızda, düşmanlarınızı ise daha da yakınınızda tutun.”
Bu yorumların birincisi, Doris Kearns Goodwin’in “Abraham Lincoln’ın Siyasi Dehası” alt başlığını taşıyan, aynı adlı muhteşem tarih çalışmasına göndermede bulunuyor. Goodwin eserinde, ABD’nin eski başkanlarından Lincoln’ın, 1860’taki başkanlık seçimlerinde mücadele ettiği rakiplerinden üçünü kabinesine atamakla sadece yüce gönüllü değil, aynı zamanda zekice de davrandığını öne sürüyor. Lincoln, Ohio’dan Salmon Chase’i hazine bakanlığına, Missouri’den Edward Bates’i Adalet Bakanlığı’na ve New York Senatörü William Seward’ı Dışişleri Bakanlığı’na getirmişti.
Bugün de Illinois’ten gelip seçilen bir diğer başkan, yine rakibi de olan bir diğer New York senatörünü, Hillary Clinton’ı, Seward’ın eski makamına getiriyor.
Obama’nın Lincoln’a büyük değer verdiği biliniyor. Bu değer, onun Goodwin’in 2005’te yayımlanan kitabını okumuş olmasının da ötesine geçiyor. Obama muhtemelen Goodwin’in, “Lincoln’ın siyasi dehası onun daha önceden kendisine karşı çıkan adamlarla dostluk kurmasını ve başıboş bırakıldığında kalıcı bir düşmanlığı ateşleyecek incinmiş duyguları tamir etmesini sağlayan sıra dışı kişisel özellikleri sayesinde ortaya çıkmaktadır…” hükmünden ilham alıyor.
Dışişleri bakanlığı için Hillary Clinton’ın seçilmesi şüphesiz, onun nezdinde kalan herhangi bir incinmişliği giderecektir. Obama benzer bir Lincolnvari âlicenaplığı, seçimlerde kendisine karşı kampanya yaptığı için birçok Demokrat tarafından hain olarak görülen Senatör Joe Lieberman’a karşı da sergiledi.
Lincoln ile Obama arasındaki büyük fark, Lincoln’ın başarısının ilk başta daha az tahmin edilmiş olması. Birçok kişi Lincoln’ın pek fazla nitelik taşımadığını ve bariz şekilde rakiplerinden daha az eğitimli olduğunu düşünmüştü. Ancak Obama’nın eğitimi hiç kimse için ikinci planda değil ve o, yeni seçilen bir devlet başkanı için akla getirilebilen en yüksek beklentileri taşıyor. Obama’nın bir an önce bu beklentileri karşılaması gerekiyor.
Bir dışişleri bakanına kolaylık sağlayan üç özellik vardır. Bunların ilki hâkim bir kişiliktir. Yabancı diplomatlar bana sık sık, ABD’nin eski dışişleri bakanlarından Henry Kissinger’ın, heyecan duygusu sayesinde bazı tehlike anlarında, kendisinden sonra göreve gelen mutedil kişilikli Cyrus Vance’a nazaran daha etkili olduğunu söylemişlerdi. Clinton’ın şöhreti ve kişiliği, bu pozisyonu dolduracaktır.
İkinci özellik de diplomasiye yatkınlık, yani inat edeceği zaman ile uzlaştırıcı olacağı zamanı bilebilmektir. Bu özellik, rakibi tanımaya da yardım eder. Bu noktada Clinton’ın sicili biraz karışık görünüyor. Clinton oldukça iyi ve zaman zaman da etkili bir senatördü. Ancak kendisine şans verildiğinde, sağlık meselesinde kaba ve kırıcı bir şekilde davranması, tam bir başarısızlıktı. Clinton’ın başkan adaylığı kampanyası da, diplomasi ve yönetim becerisinin, onun en güçlü noktasını teşkil etmediğini ve Obama hakkında yanlış hüküm verdiğini ortaya koyuyor. En önemli özellik ise dışişleri bakanının başkana yakınlığı ve kişisel egosunu bu başkanın emrine tabi kılmaktaki istekliliğidir.
Clinton’ın, George Bush’un birinci dönemindeki dışişleri bakanı Colin Powell’ın, yardımcılarından John Bolton tarafından elinin kolunun bağlanması örneğindeki gibi, kendisine sadık olmayan insanlar tarafından sınırlandırılmasını önlemek için çalışma arkadaşlarını bizzat seçmekte ısrar ettiğini okumak üzücü. Clinton, Obama yönetiminde karşı karşıya kalınacak Bolton-Powell benzeri bir durumun ne kadar rahatsızlık vereceğini mutlaka dikkate almalı. Ancak Dışişleri Bakanlığı’nın “Hillaryistan” haline gelmesiyle de Clinton başarı elde etmeyecektir. Bu anlamda William Seward’ın ilk başta yapmayı düşündüğü gibi, Clinton da rakip bir güç merkezi oluşturmaya çalışıyor gibi görünmemeli.
Seward nihayetinde Lincoln için çok iyi görev yaptı; fakat dışişleri bakanlığına, Lincoln’a kukla başkan olarak davranabileceği düşüncesiyle gelmişti. Ve tarihçi Samuel Eliot Morison’ın yazdığı gibi, Seward “yönetime güven ve sonunda da güç kazandırdı; ancak aşırı saldırgan bir dış politika ile gemiyi neredeyse karaya oturtacaktı.”
Salmon Chase’e gelince, başkan olma tutkusu onu hiçbir zaman terk etmedi ve Goodwin’e göre, Chase’in çalışma arkadaşları bu durumun “onun kararlarını çarpıttığını” düşünüyorlardı.
Lincoln rakiplerinden oluşan ekibinin başarısızlıklarını görmezlikten gelmeye istekliydi; ancak Clinton’ın patronunu gölgede bırakmaya kalkışması halinde Obama bunu yapmayacaktır.
Düşmanlarınızı daha da yakınınızda tutma meselesi ise Mario Puzo’nun ünlü mafya romanı Baba’nın başkarakteri olan Michael Corleone’nin ağzından, üstelik de M.Ö. 400’lerde yaşamış Çinli bilge Sun Tzu üzerinden gündeme gelir. Ancak bu öğüdün Baba’ya pek o kadar da fayda sağlamadığını unutmamak gerekir.
Tavsiye Et
Alman Basını
Çeviri: Zehra Senem Demir
Cem Özdemir, henüz iki haftadır görevinin başında olmasına rağmen ülke genelinde manşet oldu. Yeşiller Partisi’nin yeni eş başkanı Cem Özdemir, Bild gazetesine verdiği röportaj aracılığıyla, Alman okullarında daha fazla Türkçe dersi verilmesini talep etti. Bu öneriye, Özdemir’in seçildiği eyalet olan Baden-Württemberg’de, Başbakan Angela Merkel’in partisi CDU (Hıristiyan Demokrat Birliği) tarafından derhal itiraz edildi.
CDU’nun itirazı, okullarda sürekli yeni dersler icat etmek yerine, eğitim konusunda daha önemli hedefler üzerinde yoğunlaşmanın gerektiği şeklindeydi. Ayrıca Türkçenin, öğrencilerin ileride hayatlarını idame ettirmelerini sağlayacak kadar küresel geçerliliği olan bir dil olmadığı da ifade edildi. Buraya kadar her şey tamam.
Fakat hiç kimse Özdemir’in sözlerini yanlış anlamamalı; çünkü sadece başlık okunduğu takdirde kolayca böyle bir hataya düşülebilir. Yeşiller Eş Başkanı -ki burada küçük bir hatırlatma yapalım, kendisi Almanya’nın ilk göçmen asıllı parti başkanıdır- Türk çocuklarının artık sadece Türkçe öğrenmeleri gerektiğini söylemedi. Özdemir, göçmen ailelerin çocuklarının, çok dilliliklerini geliştirmelerini istiyor. Ve haklı olarak Alman okullarında neden İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Rusça gibi dillerin yanı sıra Türkçenin de öğretilmediğini soruyor.
Elbette okul yönetimleri, eğer isterlerse okullar arası rekabet ortamında kendilerini ortaya koymak adına böyle bir dersi programlarına dâhil edebilirler. Tabii bunun için, okulların Türkçe dersi verebilecek öğretmenlerinin ve gerekli maddi imkânlarının bulunması zorunlu.
Ancak bugün Alman okullarında karşı karşıya kalınan temel sorun, bir Türkçe dersiyle çözülecek gibi değil. Daha geçen hafta PISA* tarafından açıklanan değerlendirme sonuçlarına baktığımızda, göçmen asıllı çocuk ve gençlerin durumunda geçtiğimiz yıllar içerisinde pek bir gelişme kaydedilmediğini görüyoruz. Okullardaki sorumlular, bu çocukların Alman diliyle büyümüş çocuklarla aynı başarıya ulaşmalarını sağlayamıyorlar.
Göçmen çocuklarının birçoğu anaokuluna başladıklarında, Almancayı ya çok az biliyorlar ya da nerdeyse hiç bilmiyorlar. Ayrıca göçmen öğrenciler, genelde okuldan sonra evlerinde de Türkçe (ya da Arapça) konuşuyor ve uydu antenli televizyonlar sayesinde de sadece Türkçe yayın yapan kanalları izliyorlar.
Fakat göçmen öğrenciler, okul ve iş hayatında başarılı olabilmek için her halükarda Almanca öğrenmek zorundalar. Almanca bilgilerine konuşmanın yanında okuyabilme, imla, gramer ve düzgün telaffuz da dâhil. Belki de göçmen çocuklarının durumundan sadece öğretmenlerini sorumlu tutarak onlara da çok fazla yüklenmiş oluyoruz. Ebeveynlerin de -ki bu zaten kaç defa söylendi- katkıda bulunup çocuklarının eğitimlerine hak ettiği önemi vermeleri gerekiyor.
Cem Özdemir, Yeşiller’in federal başkanlığı görevinde entegrasyon sorunlarıyla ilgili epey bir açıklama daha yapmak zorunda kalacak gibi görünüyor. Bu noktada Özdemir, entegrasyonun yalnızca tek yönlü bir yol olmadığını, entegrasyon sürecinin bir arz-talep meselesi olduğunu ve Almanca bilmenin de bir mecburiyet olduğunu söyleyerek çok doğru hareket ediyor.
*PISA (Programme for International Student Assessment),OECD’nin 15 yaş grubu öğrencilerin performanslarını ölçmeye yönelik dünya çapında bir eğitim araştırmasıdır.
Tavsiye Et